16 Mayıs 2010 Pazar

SABİLER YILDIZLARA MI, ARKA PLANDAKİ, MLEKLERE Mİ TAPIYORLARDI,

Daha öncede açıkladığımız gibi, bu konudaki çeşitli görüşler tefsir kitaplarında ve internette fazlasıyla vardır. Yukarda değindiğimiz gibi, bu görüşlerdeki hükümler çelişki kaldırılmadan ileri sürüldüğü için başka bir pencereden bakma gereği duyduk ki, çelişkileri görüp yeniden değerlendirmeler yapılsın. Sabilerin kimler olduğu sema’ı bir kitaba sahip olup olmadıkları konusundaki fikirler ikiye ayrılabilir.Bu alandaki literatürde, daha önceki bir peygamberin kitabından ellerinde bulunan, Kuran, Tevrat, İncil öncesi bir kitap ehli mi, yoksa bilgi felsefesi üstadı idealist filozofların Lübb sahibi olarak vahi kitabı rehberliği olmadan ulaştıkları evrensel ilkelerden din haline mi getirildiği tartışmalıdır.Sabi’lerin üzerinde bulundukları din ve minhacı hakkındaki kanaatimizi belirtelim.. Yani, dinleri elimizde mevcut vahi kitaplarından olmamasına ve böyle bir kaynağa sahip olmadıkları halde, birçok kitap ehlinin ulaşamadığı doğru yaratılış teorisi, doğru uluhiyet ve doğru insani ilişkilerde erdem anlayışını din ve minhaç yapmış toplulukların konumunu netleştirelim. Bu incelemede de, birçok İslam kaynaklarının tek tek ortaya konulup üzerinde fikir ileri sürülmesi ciltlere sığmayacağı için Larousse de ve felsefe sözlüğünden özet halinde verilen metnin sunarak fikir yürütmenin en doğru yol olduğunu uygun bulmaktayız. Zaten bu alanda İslam yorumlarının görüşü iki noktada belirgindir. Bu din bilginleri, bunların selam ona İdris nebiden kalma ümmet ve eldeki metnin ona inen vahiden kalan metinler orijin alınarak yaşayan eski bir din olduğu yolundadır. Benim katılmamın mümkün olmadığı görüş ise, bunların yıldızlara tapanlar olduğunu belirten bazı bilim çevrelerinin sapla samanı karıştırmalarıdır.

Çünkü ister gök cisimlerini, isterseniz onun ardındaki meleke(yetiyi) veya yetinin melek kavramında somutlaşması tapınma derecesinde bir ihtirama obje olmuşsa şirk kesindir. Çünkü, değil ilahlık derecesine meleklerin yükseltilmesi, onları vesile yaparak Allah’a yaklaşma mazeretini dahi Allah şirk kabul ettiğini ayetle açıkça bildirmiştir(Zümer-3). Bunun birçok mahsuru ise, Allah hakkını Allah’a noksansız teslim etmemek haksızlıktır(Zulüm). Şirkin zulüm olduğu ayette kesinlik kazanmıştır. En açık olarak şirkin zulüm olduğu Lukman(Luka-Meen, mantıklı söz eden saçmalamayan)) tarafından beyan edilir(Lukman-13).Lukman’da zaten idealist felsefe mensubu olup, kendisine “Kitap” ve hikmetle hidayet edilendir. Allah’ın bu gerçeği bir Resul-Nebiye değil, bir idealist filozofa(Luka-Meen)’e söyletmesi çok anlamlıdır. Sabiler bilgelik ve erdemin hikmet ehli temsilcileriyse, ki ilk kuşaklar öyledir, inanç ve sosyo ekonomik açıdan geriye yazılı belgeler kalmamışsa, onları gerçekten tanımak için Platon ve Pythagoras’tan bu konuda kalan eserlere bakmak gerekir. Çünkü Gnostik kavramının genişletilmemiş anlamı içindedirler.Yani “Bana malum oldu” iddiasıyla ortaya çıkan ve keramet ehli diye tanınan imtiyazcı ilim iddiaları da geniş anlamda gnostik içine dahil edildiği için bu ayrımı getirmemiz gerekir.Maddi delil dışında uslamlama ile delil getiren kesim mantıkçı gnostikler gurubuna girerler. Eğer görgücüler dışında kalan büyük ayrıma göre bir sınıflama yapacaksak bu böyledir. Yani bilgi felsefeciliğinin kurucusudurlar. Gnostik lirik kesim tarafından ve bilhassa Yahova şahitleri tarafından ve onu takip eden Hıristiyan azizlik kurumu benzeri bazı İslami çevrelerin imtiyazlı ilim adı altıda tarikat şeyhlerine kadar yayıp istimrar etmelerinden önce metafizik ve bilhassa “Bilgi felsefesi” anlamına geliyordu. Yani antik görgücülerin deneysel bilimlerden başka ilim kabul etmemeleri ve böylece vahi ve ilham yolunu kökten inkarları üzerine, matematik ilimlerinin de üzerine kurulduğu aklın devinim sahasında kalan ve aklın çıkarımlarıyla gerçeği ortaya koymayı ilimsel değeri olan olarak ortaya koymalarını anlatıyordu Gnostik.

İşte sabiler, Pythagoras, Sokrates, Platon gibi ellerinde orijinal bir vahi metni olmamasına rağmen, bilgi felsefesi, ahlak felsefesi ve varlık felsefesiyle tam bir felsefi sistem sayılan nitelikte ilim alanı oluşturmalarını da gözönüne alırsak, mantık kurallarına sadakatle doğru akıl etmenin kurallarını uygulayarak hem îmani alanda, hem de siyasi, sosyal ve ekonomik insânî ilişkilerde ideal olanı, elinde kitapları bulunan bir çok İsrail oğullarının akla dayanmayan fikir, iman ve amellerinden çok daha mükemmel bir şekilde ortaya koyduklarını Pythagoras’ın sağlam imanı ve doğru sosyo ekonomi politiği olan iştirak halinde mülkiyet havra-manastırlarını doğru minhaç yapması en güçlü delildir. Öyle ise, Sabilere yıldızlara tapanlar demek fevkalade yanlıştır. Çünkü Allah müşrikler pisliktir(Tevbe-28) der. Allah’ın onlarla ahidi olmaz, ancak sosyo ekonomi politikleri antiliberalist olan, Karz-ı Hasene yapan(Mescit El Haram istikametinde) kesimle siz, saldırmazlık paktı yapabilirsiniz demiştir(Tevbe-7). Çünkü onlar hak dini hak bilmedikleri için adaleti ayaklar altına alıp, zulmü sistemleştirmişlerdir.Ama bilesiniz ki Allah ahidi sadece adil minhaç uygulamakla bitmez, aynı zamanda şirk zulmünü de içermemesi gerekir der. Yani hem uluhiyette kıst yaparak Allah hakkını Allah’a, kimseyi ve hiçbir eşyayı ortak etmeden hakkıyla vermek. Hem de insan haklarını kıst üzere vermek ve bunu sağlayan sistemi minhaç yapmak gerekir. İşte doğru iman ve hak din budur. Eğer tövbe suresindeki “İlla” istisna harfini bu alana da teşmil ederde, istikamet doğruluğu olan(Komün-Karye ehli) müşriklerin amel güzelliğinden dolayı onlarla sizde ahit yapabilirsiniz, kurtulacakları da umulur anlamını vermek mümkünse, o zaman fıkhın “yıldızlara taparlardı” sözünü esas kabul ederek hükme varırsak tövbe suresinde bu sonucu evleviyetle çıkartabiliriz. Yani, “sabiler müşrik oldukları halde antikapitalist oldukları için Allah indinde durumları liberalist müşrikler gibi değildir” anlamına varabiliriz. Onların bu Salih amellerinden dolayı şirk günahlarını örteriz, ama hem nimete nankörlük eden liberalistlerden, hem de şirk koşanlardan olursalar, onların kurtulması mümkün değildir anlamı çıkar ki, o zaman da Bakara-62 ve Maide 69. ayette geçen nasarayı sabilerin niteleme sıfatı değil de yeni ahidin mevcut teslis inancını savunanlarda kurtuluşa erdi anlamı çıkar. Bir şartla ki, Liberalist teslisçi batı asla kurtulamaz, ama sosyalist müşrik Hıristiyan kurtulur anlamı çıkar. Bu kez de zulme karşı birleşme yerine, ateizme karşı liberalist müşrikle dayanışmaya giren bazı tarikatların hali ne ola?

Eğer Allah, müşrikte olsa onu af edebileceğini, ama insan haklarına tam riayet etmeyenleri, mesela liberalistleri af etmeyecekse, ki fıkhın bu ayetlere verdiği “yıldızlara tapmak olunca, bu çıkarıma zemin hazırlanmış olur.Çünkü, sabilerin yıldızlara taptığı şeklindeki görüşün anlamı budur. Salih ameli varsa, müşrik olduğu hesaba katılmaz demekle aynı anlama gelir. Hıristiyanların kahir ekseriyeti teslis inançlarıyla zaten müşrik olmuşlardır. O zaman bazı cemaatlerin bir asırdır insanlara: “ateizme(Müşrik demeleri gerekir, çünkü diyalektik materyalist müşriktir) karşı ehli kitapla dayanışmaya girmeliyiz, zira bu ateizme(doğrusu diyalektik materyalizme) karşı müşterek cephe oluşturalım” sözü mevcut fıkıhtan asla vize alamaz. Çünkü sabiler müşrik oldukları halde sadece insan haklarını hakkıyla veren adil insanlar olduklarından marksistlerin durumuyla aynı konumdadırlar. Öyle liberalist bir Müslüman’dan Marksist(Diyalektik Materyalizm) bir müşrik daha efdaldir demiş oluyorlar, eğer fıkhın bu yorumunu kabul ediyorlarsa. Hem fıkhın sabiler hakkındaki müşrik oldukları görüşünü, hem de hala ateizme(Şirke) karşı ehli kitabın dayanışmasını savunuyorlarsa, akıllarından da zorları yoksa gizli amaçları hak dinin sosyalist olan minhacına, yine dindar görünerek savaş açmışlar demektir. Şimdi bu ön bilgilerden sonra rahatlıkla ansiklopedinin ne söylediğini de ortaya koyduktan sonra, kavram analizinin diyalektik ilmine göre sonucu da alınmış olduğundan doğru senteze ulaşmaya gayret edelim.

Öyle ise Sabiler asla yıldızlara tapmaz, olsa olsa yıldız sembollerini ışığın karanlığa karşı zaferini simgeledikleri için kullanmaktadırlar.Bir başka anlatımla, yakın gökteki meleklerin, bu kesimin ışık veya nur cephesinin Allah emrindeki memurları(melekler ordusu kumandanları), yine iblisî karanlıkların deni alemdeki(Dünya, fani ve deni alem) şer ordularının(Asi cinlerin) kumandanı, reisi olarak algıladıkları veya düşündükleri içindir. Çünkü onlar yıldız ve gezegenlerin maddeden ibaren maddi varlığını değil, onların devinimine hakim olan arka planlarında ilahi emirle devinen kumandan bir büyük melek olduğunu tahayyül ettiklerinden, onları hayrın orduları diye, şerre karşı değerli buluyorlardı diye açıklayabiliriz. Eğer, meleklere verilen değer aynı tarafta olmalarından dolayı iblise karşı benimsenmişse bunda şirk yoktur.Şirk iki şeyde vardır. Allah’a ait olan ve olması gerekenler e onun dışındakileri ortak yapmaktır. İkinci şirk olan şey ise, Allah indinde bizim haksızlıklarımızın silinmesi için aracılık yaparlar inancıyla onlara değerlerinin üzerinde izzet vermektir. Yoksa Sabiiliğin orijinal inançlarında(Sonraki yozlaşmalardan önceki) iyilik ve güzelliğin kendisi olan Yüce Allah karşısına iblisi kötülüğün evrensel bazda temsilcisi ve melekleri de Allah mülkünün ortakları değil, Allah’ın hayra dair işleri ve şerri cezalandırmaya memur ettikleri olarak algılamış olmaları gerekir. Bu ise “Yıldızlar tapma” değil, melekleri Allah tarafından hayra memur edilmiş ışık elçileri olarak düşünme sınırında kalan makul bir değer vermedir. Değerlendirme Hizbullah ve hizbuşşeytan açısındandır. Hatta bu halleri bile başlangıçtaki kültürlerinde yoktu, sabilik kavramsal anlamıyla Kuran tarafından kullanılmış ve maddenin ilmine karşı manayı, yani fizik ötesinin varlığını akıl yoluyla kanıtlayan bilgi felsefecilerinin mezapotamyadaki ismidir. Nasıl idealist Yunan kesiminde o yörenin ve Hint-Avrupa dilleri literatüründe Luka-Meen(Akıla ve mantığa uygun söz konuşanlar) yaklaşık anlamına geliyorsa, Sabii de, temizlenenler, temiz akıl sahipleri Ulul Elbab anlamına gelebilen bir kavramdan oluşmuş olmalıdır. Biz de zaten bunlara verilen mahalli sıfatlardan Nasara ve Menda veya manda kavramının diyalektik analiziyle gerçeğe varmayı deneyeceğiz. Bunun içinde bu konuda kelamcılar ne demiş, dört büyük imam ne demiş konusuna girmeyeceğiz.Onların ne demiş olduklarına dair yazılmış çokça kitap ve makale vardır. Bunlar bizi tatmin etseydi, bunları Kuran bütünüyle çelişmez görseydik, zaten giriş bölümünü bu kadar uzatmazdık.

Şimdi, önce Sabi kavramı hakkında batının ve doğunun görüşünü Larousse’den, sonra da, Gnostik kavramının orijinal anlamını içlem ve kaplamını yine sözlükten ortaya koyarak analiz edelim. Bütün bunları önceleyen bir açıklama yapmak gerekir. Bu ise, antik çağı da önceleyen dönemden kalma, ışık-karanlık, iyilik-kötülük,vb inanışların varlığına dair felsefe sözlüğünden bir alıntı yapalım ki, yukarda açıkladığımız ve yedi ışık hizbinden olan gezegenin tapım amacıyla değil, ışık yanındaki hizbi teşkil eden elemanlardan olması açısından sembolleştirildiğini delillendirmiş olalım.Bu ise ikicilik anlayışıdır. Felsefi terimlerin gerçeğini bilmek başka, künhüne varmayıp zannettiğine göre taraftar ve karşı çıkanların çokça bulunduğu bir özel üslubu olan felsefe alanında kasdedileni kanıtlayıp filozofun asıl kullanma amacının ne olduğunu, sözler üzerinde yorum yapanların her kesimini tatmin etmek mümkün değildir.İkiciliği vahdet karşıtı zannedenler ve birciliği ihlas suresi mantığıyla çeliştirenle, panteistler ve vahdet-i vücutçuları ön yargıyla bir yer oturtmak çok kolaydır. Zor olan ise aynı ekolde bile birbirinden farklı söylem, fikir ve kanaatleri vardır.Bunun için tam bir açıklama, ancak bu konulardaki fikirlerin tek tek ortaya konulup onaylanması veya çürütülmesidir ki, felsefe tarihini bu şekilde açıklayacak bir eser yazmaya insan ömrünün birkaç katı yetmez.

Mesela vahdet-i vücut görüşünü ele alalım.Bunların hepsi “Vücut” kavramıyla aynı şeyimi kastetmiştir? Vahdet sözcüğüyle neyi ve neyin vahdetini kastetmiştir. Bu ekolün hepsi aynı şeyimi kastetmiştir.?

Yine felsefi çevrelerde Platon ikici olarak anılır. Bu demek değildir ki Platon fizik alemle, fizik ötesi alemi birbirine denk görmüş ve ikisini de yaratıcı olarak görüp denk tutmuştur. O, yaratanla yaratılanı birbirinden ayırdığı için böyle nitelendirilmiştir. Yaratanda bir parçalılık durumu yok, aksine vahdet esastır. Yaratılan onun tarafından halk edilmiştir.Şöyle de denebilir. Allah ezelidir, onun dışındakiler ona denk değil ve ezeli ebedide değillerdir.Gerçekte budur. Allah kendisinin ezeli ve ebedi olduğunu, kendi dışında kalanları ilmiyle meydana getirdiğini söylemektedir. Yani vahdet yaratıcının ortağı olmayışındadır. Yaratılanla yaratılan aynı cevheri taşır demek bircilik olduğuna göre, bunun böyle olması gerekir.Çünkü Allah, tamda bunu kastederek, Allah, doğmamış doğurmamıştır, onun hiçbir şeyde dengi olmamıştır der.

Öyle ise bu anlamdaki ikicilik, yani yaratılmış olanların yaradan denk olmadığı, yaradan la vücutsal ve cevhersel bir ilişkisi olamayacağı nettir.Önce yaratılış açısından ikicilik hakkında bir bilgi verip, sonra bambaşka bir alandaki ikicilik kategorisine gelim ki, Sabii doğuş felsefesi ve yozlaşmaya karşı Zerdüşt tarafından yenilendikten sonraki duruma bakalım. Bu bize aşağı yukarı sabilerin orijinal görüş ve inanışları hakkında yeterli bilgiyi verecektir. Öyle ise yine önce Hançerlioğlu’nun felsefe sözlüğünden bir alıntı yapalım. Sonra Büyük Larousse’den bir alıntı yaparak yorumlayalım. Yine dinde ve felsefede ikicilik birbirinin tamı tamına aynısı değildir.İyilik ve kötülük kategorik arımı da başka bir tasniftir.Kanımca insanlar şerrin erdem ve iyilikle dolu yaratıcıya şerrin yaratıcılığı ve onun temsilciliğini yakıştıramamalarından girdikleri arayışta bütün bu doğru ve doğru olmayan sonuçlara varmışlardır. Yaratıcı ruh ve cevherle yaratılanın aynı cevherde birlikte düşünenlere birci denilmiştir.Vahdet-i vücutçular böyle bir kolaycılığa sapmışlardır.Sudur nazariyesi ile açıklamışlardır. Ama kantarın topunu kaçırdıklarında Panteizme sapanları veya aynı şeyi söyler gibi olanları çıkmıştır. Biz bütün bunları bir tarafa bırakarak, varlık ve yokluğu, karanlık ve ışığı, iyilik ve kötülük ayrımını ve zıtlıkları en üst düzeye varlayanların hak din açısından müşrik oldukların da şüphe olmadığı kanısında olduğumuzu vurgulayalım.

Kötülük, izafi ve indi’dir.İyilik evrensel ve asıldır.Bu bakımdan iyilik asıl ve en üstte, kötülük “göre” ve “indinde” olan şeydir.En anlaşılır şekilde örneklendirirsek, bir otobur hayvanı alalım. Bu hayvan, ot denilen canlıyı tüketiyor. Hayvanın “indinde” bir yiyecek bulup açlığını gidermek “Ona göre” iyiliktir. Yenilip öldürülen ota göre kötülüktür.Bu hayvan bir etobur hayvan tarafından öldürülüp yenildiğinde, öldürülüp yiyecek haline getirilen havan indinde bu olay kötülük, karnını doyuran hayvan açısından ise iyiliktir.İşte iyilik ve kötülük hem göreceli, hem “göre” ve indinde olduğu için bırakınız evrensel olmayı, zamanlı ve mekanlı alemde bile tarafların faydasına ve zararına göre bile değişen değerler kazanmaktadır. Taraflar açısından olma izafiliğini devreden çıkarttığımızda ise evrensel dengeler açısından iyiliktir.Eğer etobur hayvanlar olmasaydı, otoburlar yeryüzünde ot bırakmayacak şekilde yeryüzünü çöle çevirirlerdi. Bir insanı ele alalım. Sağlıklı bir insanın ölmesi onun açısından kötülüktür.Aynı insan şifasız bir hastalık ve dayanılmaz ağrı ve azap içindeyse ölüm onun için acıların son bulması olacağından iyiliktir.İnsanlar ötenazinin meşru mu, değimli tartışmasını dahi çözmüş değiller..

Şimdi ebediliğin veya çok uzun ömürleri olan kıyamete kadar yaşayacak meleklerle, hatta bir kısmı o anda dahi ölmeyecek melekler aleminde(Tarzlarda) ölüm olmadığı için, dünyada kötülük olarak görülen ölüm ve birbirini yeme yoktur. Çünkü Melekler açlık hissetmeyen latif yaratıklardır.Demek ki, iyilik ve kötülük evrenin bütün alemlerinde olan bir şey değildir. Fani alem dışında sadece iyilik vardır diye bir sonuç çıkartılabilir.Öyle ise, orijinal Zerdüştlük, iyilik ve kötülüğü ayrı ilaha atfetmemiş, kötülüğün sadece maddi alemde iradi ve izafi bir şey olduğunu tahayyül etmiştir. Bu ise şirk değildir.Çünkü ilah düzeyinde ve Vâhid Allah dışında bir at ve şeye ilahlıktan pay vermemiştir. Daha önce de açıkladığımız gibi ilahlık kavramı “Korumak” amaç ve umuduyla sığınmak anlamına geldiğine göre, hiçbir insanın kötülüğün kaynağını ilahlaştırması mümkün değildir.Zaten insan, kötülükten korunmak için İlaha sığınır.Kötülüğe sığınmak akla aykırıdır.Kütü ruhlara ve kötü cinlere sığınanlar olmuşsa da, ilahlaştırarak olmadığı açıktır. İlahlaştırma amacı taşıyanlar ve Allah yanında onları da koruyacağına inanmışsa müşrik, Allah’ı inkar ederek onu veya onları ilah(koruyucu) edinmişlerse kafir olmuşlardır. İşte bizin ikilciğe bakış alanımız bununla sınırlı olduğu için, felsefede ikiciliği atlayarak, eski dünyada dini açıdan, şirk ve küfre varan türüyle, olmayan türünün tespitiyle sınırlıdır. Şimdi bu sınırlar içinde felsefe sözlüğünden alıntımızı yapalım.

“Dinsel açıdan ikicilik çok daha eskidir.Mallılar(Güçlüler) ile, malsızlar(güçsüzler) ikiliğine dayanan iyilik ve kötülük karşıtlığı üstünde yükselmektedir. Sümerlerin yer ve gök tanrıları, eski Mısır’ın iyilikçi ve kötülükçü tanrıları, Eski Çin’in, Hind’in, İran’ın karanlık ve aydınlık ilkeleri( Çin’de Ying-Yang, Hind’te Tamus-Satva, İran’da Ahura Mazda, Angra mainyu) hep bu karşıtlıkların dile getirilmesidir.”

Burada göze çarpan fark, Sümerler ve Mısırlılar da tanrılık düzeyinde bir ikicilik olup, şirke girdiği halde, İran, Çin ve Hind’te ilkeler bazındadır ve şirk değildir.Şimdi Büyük Larousse’den bir alıntı yapalım. Yine felsefeyi bir tarafa bırakarak, din maddesini ele alacağız.

“ikilikçi sistemler arasında Zerdüşt’ünki Ahlaki ve iyimser bir nitelik taşır. Bu sistemde iki ilkenin aşa ile durc’un(evrensel düzen ve yalan). Karşıtlığı söz konusudur.Ahuramazda’dan çıkan iki ruh, bu iki ilkeden birini seçerler.Ama en sonunda üstün gelecek olan iyiliktir.Fakat daha varlıkbilimsel olan(ilke olmaktan çıkıp ontolojik seviyeye yükseltilen) rahiplerin ikiciliği Ahuramazda ve Ehrimen’i karşılaştırarak zurvancılığın doğuşuna yol açtı.Zurvancılık bazılarına göre, iki rakibi doğuran zaman tanrısı(Dehr) anlayışıyla Sasani’ler döneminde dinin egemen biçimini oluşturdu. Mani daha kötümser ve köktenci bir ilicilik ortaya koydu.Bunun izlerine Katharoscu din sapkınlığında hala rastlanır. Ama, manicilik de aslında Gnostik nitelikte bir inançtır.”

Burada da Zerdüştlüğün ontolojik bir sapkınlık içermediği açıktır.Şirk kapsamına girecek bir durum yoktur.Zaten orijinal Sabii inancı Zerdüşt inancının paralelindedir.Öyle ise, Sabiler hakkında Larousse’den özet bilgi verelim. Bu topluluğun Harran bölgesi ve Irak’ın kuzeyinde yaşadıkları konusunda bir ihtilaf yoktur. Şunu da belirtelim ki, Gnostikle mistik ve imtiyazlı ilim kastedilmişse bunda eksiklik vardır.Çünkü bilinebilirciler imtiyazlı ilim iddiasında bulunan kahinlerden farklı olarak uslamlama yapan hikmet ehlide gnostik kesim içindedir.

· GEZEGENLERİN HEYKELİNİ YAPMAKLA, TAPMAK AYNI ŞEYMİDİR?

Büyük Larousse’den yapacağımız ilk alıntıda bunun cevabını arayacağız.

“…Sabilik ve Sabii halkı konusunda ilk bilimsel araştırma ünlü İslam bilgini Biruni tarafından yapıldı. Biruni, bunlardan yer yer “Sabii diye bilinen Harran’iler” biçiminde söz eder. Ancak, kıblelerini anlatırken bunların ikisini kesin olarak birbirinden ayırır. Buna göre Sabii halkının kıblesi kuzey kutbu, Harran’ilerin kıblesi ise güney kutbudur.Oruç ve bayramlarıyla ilgili bilgi verirken de, bu iki inanışta olanların “Belit” dedikleri Venüs’ün, Mars, Satürn, Merkür, Hermes(İdris peygamber), Güneş ve Ay’ın heykellerini diktiklerini Hermes,in kitaplarına dayandıklarını, kimi araştırmacıların onların Hermes’i Kuran’daki İdris, Tevrat’taki Uhnuh(Hanoh yada Hanok), bazılarının da Budha olarak kabul ettiklerini belirtirler.

Biruni’ye göre gerçek Sabii halkı Harran’ilerden ayrıdır; Sabii halkı, Kurus geri dönmelerine izin verdiğinden Babil’de kalmışlardır, kendi inançlarını Mecusilik, Yahudilik ve kendi Babil inançlarıyla yeni bir din ortaya çıkartmışlardır.”Müslümanların Sabileri yorumlayan eserleri birden çoksa da, bir filozof olan Biruni’yi madem ki ansiklopedi tercih etmiştir, bu özet bilgi üzerinde görüşlerimizi belirtelim.

Öncelikle şunu belirtelim ki, bir toplumun bir takım heykeller yapması ayrı şey onlara yapması ayrı şeydir.Yazının icadından önce insanlar arasında resim ve heykelle tasvir yaparak anlaşmak ve bir mesajı kalıcı yapmak zorunlu bir iletişim yoluydu. Coğrafya dersini anlatmak için bir kolaylık olan ve resimle verilecek mesajdan daha detaylı ve daha çok şey anlatan Dünyanın heykeli küre(heykel formatında) yapıp coğrafya dersliğinde bulundurmakta ki niyet bunu belirler. Nasrettin hocayı eşeğin üzerine ters binmiş olarak simgeleyen bir heykelinin yapılmasında amaç bellidir.Kimse onu ilah olarak algılamaz ve kıble olarak yönünü ona çevirmez. Kabe kare pirizmasını ele alalım. Buda bir tasvir biçimidir. Kimse ona bir yıldızın tasviri olarak önünde tavaf yapmaz ve onunla Şi’ra yıldızı veya eskilerin bir takım yıldızlara atfettikleri uluhiyeti vererek kıble yapmaz. Müşrikler onu ilahlarını anarak tavaf ederken, Müslüman Allah’ın adını anarak, hatta telbiye getirerek, “Allahümme lebbeyk, “innel hamde vel niğmete…” diyerek, yanlın Allah’a kulluk yaptığını ve emret emrindeyim dediğini hepimiz biliriz. Yine müşrikler, günah işledikleri elbiseleriyle tavaf yapılmayacağı kanaatinde olduklarının mesajını vermek için anadan üryan tavaf yaparlarken, Müslümanlar ihram denilen dikişsiz elbise giyerek, dikişin elbiseye verdiği gösterişten kaçtıklarını tevazua büründüklerinin ve daha birçok hayırlı mesaj için makul ve dikişsiz bir elbiseyle giyinik tavaf eder, putlaştırılanların değil, Allah’ın adını anarak tavaf etmelerindeki halis niyeti benzer hareketi günah olmaktan çıkartmaya yeterlidir.

Bunun için Sabiler yıldız heykelleri yapıyor diye tümünü müşrik diye nitelemek yanlıştır. Mutlaka yozlaşma nedeniyle müşrik olanları olmuştur. Olmadaydı zaten üç surede üç ayet düzenlenmesine gerek kalmazdı.Bu pencereden bakıldığında terimsel Müslümanlarında müşrikleri vardır. Hatta şeylerin sevgisini Allah sevgisiyle eşitleyecek kadar mal mülk tutkunu olup cimrileşerek Allah’ın bol bol verin, eşitleşene kadar verin emrini umursamayarak putperest olmuş olanları da vardır.Eğer bu haller olmasaydı Allah, bu üç ayette “İman edenler” kelimesini ayet cümlesine ekler miydi?

Verilen bilgilerden anlaşıldığına göre bu toplumun kıblesi olduğu belirtilmiştir. Kıble uluhiyet yönelişinde semboliktir. İnsani ilişkiler için verilen mesajda ise yeryüzünde insani ilişkilerde dostluk, yardımlaşma, hız yapmadan dönme(Hâdi) yaşam biçiminin ezelden beri yaşandığı bir insani ve medeni yaşamda istikamet doğruluğunu taşımış bil belde yaşamını(Sabırla Salat-Salavat’a) devam mesajını vermektir. Yeryüzünde karyelerin en eskisi olduğu için mümin Kabe veya Mekke komününü istikamet doğruluğu yapmıştır. Her ümmetin sapkınlarını bir tarafa bırakarak, dinlerine belli şartlara uymak koşuluyla ahirette mahzun olmayacaklarını ilan ettiği ve bu şartları önceki yazılarımızda değerlendirdiğimiz kesimin kıblesi olduğuna göre, en azından bu kesim gezegenlerin heykellerini, güneş kursunu tapınmak için değil iyinin kötülük karşısında sonunda galip geleceğini anlatmak amaçlı yaptıkları açıktır. Çünkü onların ubudiyet yaptıkları bir kıbleleri vardır. Kıblesi olan ise manevi bir varlığa ibadet ediyor demektir. Peki bunların kuzey ve güneye yönelmeleri bir yıldız kümesine yönelmek miydi diye sorulabilir. Mesela kuzeye yönelenler yine dünyadaki bir maddi varlığa değil de mesela kutup yıldızına mı ilahlık veriyorlardı, güneye yönelenler acaba güney balığı yıldız kümesine mi tapıyordu denebilir. Böyle yapanları olmuş olabilir. Ama nasıl Kabe’nin kuzeyinde bulunan Müslümanların güneye, Yemende bulunan Müslümanların kuzeye yönelmeleri ayrı kıbleye yönelmek değilse, Sabilerin yönelişleri de böyledir. Bir farkla ki, kıble olarak kuzeye yönelenlerin atalarının Yemen tarafından geldiklerinin delilidir. Tıpkı Anadolu Firg’lerinin ölülerini Anadolu Müslümanlarının aksine ve sol taraflarının üzerine hafif yatık koymalarının onların Yemen tarafından gelen ve Kabe’yi kıble olarak tanıyan atalarının göç etmelerine rağmen ters tarafa yönelmelerine geleneklerinim mani olması gibi. Şimdi de Avrupa’nın Sabii’ler ve Harran’ilere bakışlarını görelim.

· SABİİLİKLE GEÇ İLGİLENEN HIRİSTİYAN DÜNYASININ GÖRÜŞLERİ.

“ Sabilik ve Sabii halkı Müslümanlarca daha önceden beri bilinmekle birlikte, batı dünyasına ilk defa Portekizli misyonerler tarafından tanıtıldılar.Ancak bunlar Mandaya ya da Nasoraye adlarıyla anıldıklarından, Arapların Hıristiyanlara verdikleri Nasara karıştırıldılar.ve bu nedenle uzun zaman bir Hıristiyan mezhebi sanıldılar.Ancak Mandaya sözcüğünün türediği Manda “Gnostik bilgin”, Nasoraye sözcüğünün türediği Nasury da “Gizli bilgi sahipleri anlamına gelir”…”

Burada kavramlar hakkında verilen bilgiler doğru ise, ki, Manda kavramına verilen anlam kanımca doğrudur, ama Nasara sözcüğüne verilen anlamın gizli bilgi manasına geldiğine emin değilim. verilen anlamdan hala emin değilim. Çünkü onun anlamı kesindi ve terimsel Hıristiyanlık(Hristo) ile alakası yoktur. Ensariyetle alakalı olup, dayanışmalı toplum taraftarı, eşitlikçilik yanlısı ve onunda ötesinde kendi ihtiyacını ihmal edip, başkalarını tercih edecek derecede diğerkamlılardır. Bu ise hadislerde övülen bir erdem ve Haşır-9 ayette, nefislerin cimriliğinden korundukları için kurtuluşa erenler diye cennet vaat edilenlerdendir. Zaten, Selam onlara Zekeriya ve Meryem böyle bir Ensar toplumu havra(Salavat) sistemi içinde yaşayan manastır ehli oldukları için Selam ona İsa’da bu isim fiille anılmış, sonrada Medine anlamında o bölgeye bu isim verilmiştir.

İkinci mühim bilgi ise Manda kavramının filozofları tanımlayan bir kavram olmasıdır.Metafizikçi ve üstelik idealist filozofların din sosyo ekonomi politiğini de tanımlayarak, hem uluhiyette kıst ve hem de, insani ilişkilerde kıst üzere yaşamayı öğreti yaptıkları için Pythagoras’la tarihte örneklenen filozof tipleri Ulul Elbab oldukları belirginleşmiştir.Zaten aradığımız hususlardan birisi bu idi. Bir an için araştırmacıların nosoraya verdikleri anlamı kabul edecek olursak ve “İmtiyazlı ilim sahipleri”(Kahin gibi zanlarına göre konuşup gaipten haber geldiğini söyleyenler) dersek. Buda makuldür. Çünkü ister Harrani, ister Sabii olarak ele alınız, ilme ve ibadete yönelenlerle, kahin sözlerine göre hareket eden, sihir ve büyüye yönelen kesin her toplunda olduğu gibi Sabii toplumunda da var ki, Kuran bu gurubun imanlarını ve amellerini nasıl tashih etmeleri hususunda üç kez ayet sevketmiştir. Hatta son bahşedişle ilgili Hacc-17 de ismen Mecusilerden de bahsetmiştir.Arkasındanda Müminlerle terimsel Yahudi, Sabii, Hıristiyan ve Mecusilerin arasında fark gözetileceği, hatta Mecusi kavramsal anlamı içine giren halleri görülenin terimsel olarak hangi isimle isimlendirilmiş olursa olsunlar cehennemde cezalarını çekeceklerini açıkça bildirmiştir. Demek ki Kuran’da bahsedilen Sabiler ve Zerdüşlerle ateşgede anlamına gelen ve halen mevcut dinlerde de bir çok örneği bulunan ten zevklerine yönelen, cinsel ve mülksel şehvet tutkunlarıyla alakası yoktur.Öyleleri Putperestçe mülke düşkün olduklarından ve şeyleri Allah sevgisinin üzerinde tutuklarından hem müşrik, hem de putperest kavramsal Mecusi olmuşlardır.Sırası geldiğinde Hacc-17 ayetten de bahsedilecektir.



· SABİLERİN EVREN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

“Sabi halkının evrenle ilgili görüşünün temelini ikicilik(Yani ne panteist, ne de vahdet-i vücutçudurlar) oluşturur.Buna göre ezelde bir ışık bir karanlık alemi vardı.Işık Aleminin başında bulunan yüce varlığın adı “YAŞAM”, “Büyük yaşam” ya da “Büyüklük-Ululuk’tu” . Bu yöneticinin sarayı Utre denilen Meleklerle doluydu.Işık alemi ruhsal bir dünya ve yaşamın kaynağıydı.Ezeldeki karanlık aleminde yalnız karanlık ve karanlık su ve kaos vardı.Kara su, karanlık aleminin yöneticisiydi. Kara Su’nun Dev, Ejderha, karanlıklar hükümdarı DÜNYA EFENDİSİ gibi adları vardı ve tüm kötülükler ondan kaynaklanmakta idi.”

Bazı açıklamalar yapmamız gerekmektedir. Yazıya ezeli olarak geçen kavram başlangıcı olmayan, ışık gibi ona denk anlamına gelmez. Nasıl “Ebed” sonsuza kadar anlamını gelmeyip, çok uzun yıllara kadar anlamını taşıyorsa, “Ezel” kavramı da ”Çok eskiden”, “Başlangıçta”, şimdiki yapı ve düzen evrende yokken demektir. Yani Işık öncesiz ve sonsuz, karanlık ise mahluktur. Işık tarafından hayat verilmiştir. Bunun diğer bir kanıtı sözlerin arasıda vardır. Yaratıcı ve yönetici olana ”Yaşam” denilmekte…yine ışık ruhsal alemde olup, yaşamın başlangıcı ve kaynağı denmektedir. Yani yaratıcı tektir, her şeye o hayat vermiştir. Karanlık hayat sahibi değildir.Yani yoktur ve ışık ve ululuk tarafından sonradan hayat sahibi yapılmıştır. Yine Işık ve ululuk ruhu sarayı, yani kürsüsü vardır ki, bu ilmin ve yönetim kudret v.b şeylerin tek başına sahibi demektir. Bir Profesör için kürsü sahibi dediğimizde ne anlaşılıyorsa bu anlatışta onu da içeren bir nitelik vardır. İslam buna “Hayyum ve kayyum der, yetki, kudret ve ilmiyle her şeyi kuşatmışlığına da “Arşın sahibi” der.Demek ki, insana ruh ve ilimin kavranmasında verilen kısıtlı bilgiye ulaşılabilecek bilinebilirliğin son sınırında ve doğru olan bir vahdet anlayışı var Sabiilerin. Meleklere de bakış açıları da doğrudur. Ne Allah’la nesep bağları kurma yanlışı, ne de Allah emrini Üzerine getirmek ve arşa bağlı olmaktan başka yetkileri vardır.Işığın emrinde ve ışık tarafında yer aldıklarından, aynı tarafta bulunan müminlerin onlara sempati duymaları ve heykelleştirmeleri gayet doğaldır.Bağımsızlığı bayraklaştıran bir insanın mensubiyet birlikteliği mesajı vermesinden başka bir şeyi ifade etmez.

Karanlık diye nitelendirilen ise, yine maddi alemden başka sayısız ruhsal alemlerde(Tarzlarda) değil, sadece maddi, deni ve alçak hayat tarzlarının hüküm sürdüğü dünya ve gök cisimlerinin görünür, elle tutulur kesiminde vardır, Ne allah2ın dengi, ne onunla uğraşmaya gücü yeten değil, sultası ancak insan gibi zayıf ama kendisine seçme hakkı ve iradesi olan kesimler üzerindedir. Onunda sınırlı olduğunu bize Kuran haber verir ki, “Allah’ı veli edinen ve ona sığınıp onun sözlerinden çıkmayanlar üzerinde bir sultası yoktur der(Nahl-100). Bu açıdan da inançları Kuranla gelen inanç sistemine uygundur. Yani o milletin tümüne değil inanç ve amelleri böyle sağlam ve temiz olanlarına Sabii denilir. Böyle olmayanların dinler tarihinde ki, genel tanımı Mecusiliktir(Hacc-17)



· SABİLERİN DİNLERİNİN ESASI VE SOSYO EKOMİ POLİTİĞİ(Minhacı)

“Sabiilerin insan ile ilgili inançları da ruh ve beden ikiciliğine dayanır.Sonraki metinlerde adem ile havadan da söz edilerek, ruh ve bedeni yaratanın aynı varlık, yani ışık alemi olduğu belirtilir…Sabii halkına göre gerçek günah, ruhun karanlık bedene dönüşmesidir.Bu nedenle ölüm, aslında ruhun kurtuluşudur.Kıyamet günü ve ahirette sabilikte yer alır…Sabilikte haram ve helalin tanrısal kaynaklı olduğuna inanılır…Beden ve Dünya’ya(Deni ve fani şeylere düşkünlük)ilişkin her şey kötüdür.Kurtuluş için Zekat ve sadaka vermek, yiyecek ve temizlikle ilgili buyruklara uymak, Zina, hırsızlık, Yalan, Adaletsizlik gibi kötülüklerden kaçınmak gerekir…”

Kahinlik(gaipten haber vermek, imtiyazlı ilim sahibi olduğunu iddia etmek) ve büyücülük yapmak yasaklanmıştır.Demek ki, sabilerin inançları sahih ve işleri Salih amel türündendir.İstisna ve yozlaşmalar konumuzu ilgilendirmez.Çükü Maide-69 ayeti önceleyen ayetler, İslam sonrası sabilerin, Hıristiyanların, Yahudilerin, en son vahiye inanmaları ve ona göre işlerini tashih etmelerini ön şart olarak getirmiştir.Allahtan gelen sefa geldi hoş geldi, Allah’ım emret senin emrindeyim demeyenler, ya Allah’la ahit yapmamış, ya da ahidi bozmuş hükmündedir. Bunlar için Allah vadide yoktur veya yürürlükten kalkmıştır. Durumları en azından nisbi butlanla maluldür. Müşrik ve zalim değillerse, Allah dilerse affeder, dilerse cezalandırır.

Son vahiden haberdar olmayanların durumu daha avantajlıdır. Çünkü yeni vahiden haberdar olmadıkları için doğruluk üzerinde oldukları müddetçe, inanlarına şirk karıştırmadıkça mahzun olmayacaklardır. İdealist filozofların verdikleri yaratılış konusundaki doğru bilgi ve inanca sahip olanlar, insan haklarına tecavüz etmemek için eşitlikçi sosyo ekonomi politiğe sabredenlerin halleri böyledir. Zaten Sabii toplumunda nitelik, ağırlıkla filozoflardan esinlenmeyi andırmaktadır. Bir resul aracılığıyla Allah bunlarla ahit kesmemiş olsa da, ahid yaptıklarının ahde uyanlarıyla birlikte haşrolacakları ümidindeyim. Yine de doğrusunu Allah bilir. Bir sonraki bölümde Hacc-suresi 17. ayet hakkında yorum yaptıktan sonra, din'de butlan, nisbi butlan ve hakdin olma niteliği hakkındaki girişle ilgili bilgi vermeyi tamamlamış olacağız…



Makale-22 Dostlara selam…(giriş bölümü devam edecek)

ilhami46.blogcu.com

0 yorum:

Yorum Gönder