SABİLER YILDIZLARA MI, ARKA PLANDAKİ, MLEKLERE Mİ TAPIYORLARDI,

Daha öncede açıkladığımız gibi, bu konudaki çeşitli görüşler tefsir kitaplarında ve internette fazlasıyla vardır. Yukarda değindiğimiz gibi, bu görüşlerdeki hükümler çelişki kaldırılmadan ileri sürüldüğü için başka bir pencereden bakma gereği duyduk ki, çelişkileri görüp yeniden değerlendirmeler yapılsın. Sabilerin kimler olduğu sema’ı bir kitaba sahip olup olmadıkları konusundaki fikirler ikiye ayrılabilir.Bu alandaki literatürde, daha önceki bir peygamberin kitabından ellerinde bulunan, Kuran, Tevrat, İncil öncesi bir kitap ehli mi, yoksa bilgi felsefesi üstadı idealist filozofların Lübb sahibi olarak vahi kitabı rehberliği olmadan ulaştıkları evrensel ilkelerden din haline mi getirildiği tartışmalıdır.Sabi’lerin üzerinde bulundukları din ve minhacı hakkındaki kanaatimizi belirtelim.. Yani, dinleri elimizde mevcut vahi kitaplarından olmamasına ve böyle bir kaynağa sahip olmadıkları halde, birçok kitap ehlinin ulaşamadığı doğru yaratılış teorisi, doğru uluhiyet ve doğru insani ilişkilerde erdem anlayışını din ve minhaç yapmış toplulukların konumunu netleştirelim. Bu incelemede de, birçok İslam kaynaklarının tek tek ortaya konulup üzerinde fikir ileri sürülmesi ciltlere sığmayacağı için Larousse de ve felsefe sözlüğünden özet halinde verilen metnin sunarak fikir yürütmenin en doğru yol olduğunu uygun bulmaktayız. Zaten bu alanda İslam yorumlarının görüşü iki noktada belirgindir. Bu din bilginleri, bunların selam ona İdris nebiden kalma ümmet ve eldeki metnin ona inen vahiden kalan metinler orijin alınarak yaşayan eski bir din olduğu yolundadır. Benim katılmamın mümkün olmadığı görüş ise, bunların yıldızlara tapanlar olduğunu belirten bazı bilim çevrelerinin sapla samanı karıştırmalarıdır.

Çünkü ister gök cisimlerini, isterseniz onun ardındaki meleke(yetiyi) veya yetinin melek kavramında somutlaşması tapınma derecesinde bir ihtirama obje olmuşsa şirk kesindir. Çünkü, değil ilahlık derecesine meleklerin yükseltilmesi, onları vesile yaparak Allah’a yaklaşma mazeretini dahi Allah şirk kabul ettiğini ayetle açıkça bildirmiştir(Zümer-3). Bunun birçok mahsuru ise, Allah hakkını Allah’a noksansız teslim etmemek haksızlıktır(Zulüm). Şirkin zulüm olduğu ayette kesinlik kazanmıştır. En açık olarak şirkin zulüm olduğu Lukman(Luka-Meen, mantıklı söz eden saçmalamayan)) tarafından beyan edilir(Lukman-13).Lukman’da zaten idealist felsefe mensubu olup, kendisine “Kitap” ve hikmetle hidayet edilendir. Allah’ın bu gerçeği bir Resul-Nebiye değil, bir idealist filozofa(Luka-Meen)’e söyletmesi çok anlamlıdır. Sabiler bilgelik ve erdemin hikmet ehli temsilcileriyse, ki ilk kuşaklar öyledir, inanç ve sosyo ekonomik açıdan geriye yazılı belgeler kalmamışsa, onları gerçekten tanımak için Platon ve Pythagoras’tan bu konuda kalan eserlere bakmak gerekir. Çünkü Gnostik kavramının genişletilmemiş anlamı içindedirler.Yani “Bana malum oldu” iddiasıyla ortaya çıkan ve keramet ehli diye tanınan imtiyazcı ilim iddiaları da geniş anlamda gnostik içine dahil edildiği için bu ayrımı getirmemiz gerekir.Maddi delil dışında uslamlama ile delil getiren kesim mantıkçı gnostikler gurubuna girerler. Eğer görgücüler dışında kalan büyük ayrıma göre bir sınıflama yapacaksak bu böyledir. Yani bilgi felsefeciliğinin kurucusudurlar. Gnostik lirik kesim tarafından ve bilhassa Yahova şahitleri tarafından ve onu takip eden Hıristiyan azizlik kurumu benzeri bazı İslami çevrelerin imtiyazlı ilim adı altıda tarikat şeyhlerine kadar yayıp istimrar etmelerinden önce metafizik ve bilhassa “Bilgi felsefesi” anlamına geliyordu. Yani antik görgücülerin deneysel bilimlerden başka ilim kabul etmemeleri ve böylece vahi ve ilham yolunu kökten inkarları üzerine, matematik ilimlerinin de üzerine kurulduğu aklın devinim sahasında kalan ve aklın çıkarımlarıyla gerçeği ortaya koymayı ilimsel değeri olan olarak ortaya koymalarını anlatıyordu Gnostik.

İşte sabiler, Pythagoras, Sokrates, Platon gibi ellerinde orijinal bir vahi metni olmamasına rağmen, bilgi felsefesi, ahlak felsefesi ve varlık felsefesiyle tam bir felsefi sistem sayılan nitelikte ilim alanı oluşturmalarını da gözönüne alırsak, mantık kurallarına sadakatle doğru akıl etmenin kurallarını uygulayarak hem îmani alanda, hem de siyasi, sosyal ve ekonomik insânî ilişkilerde ideal olanı, elinde kitapları bulunan bir çok İsrail oğullarının akla dayanmayan fikir, iman ve amellerinden çok daha mükemmel bir şekilde ortaya koyduklarını Pythagoras’ın sağlam imanı ve doğru sosyo ekonomi politiği olan iştirak halinde mülkiyet havra-manastırlarını doğru minhaç yapması en güçlü delildir. Öyle ise, Sabilere yıldızlara tapanlar demek fevkalade yanlıştır. Çünkü Allah müşrikler pisliktir(Tevbe-28) der. Allah’ın onlarla ahidi olmaz, ancak sosyo ekonomi politikleri antiliberalist olan, Karz-ı Hasene yapan(Mescit El Haram istikametinde) kesimle siz, saldırmazlık paktı yapabilirsiniz demiştir(Tevbe-7). Çünkü onlar hak dini hak bilmedikleri için adaleti ayaklar altına alıp, zulmü sistemleştirmişlerdir.Ama bilesiniz ki Allah ahidi sadece adil minhaç uygulamakla bitmez, aynı zamanda şirk zulmünü de içermemesi gerekir der. Yani hem uluhiyette kıst yaparak Allah hakkını Allah’a, kimseyi ve hiçbir eşyayı ortak etmeden hakkıyla vermek. Hem de insan haklarını kıst üzere vermek ve bunu sağlayan sistemi minhaç yapmak gerekir. İşte doğru iman ve hak din budur. Eğer tövbe suresindeki “İlla” istisna harfini bu alana da teşmil ederde, istikamet doğruluğu olan(Komün-Karye ehli) müşriklerin amel güzelliğinden dolayı onlarla sizde ahit yapabilirsiniz, kurtulacakları da umulur anlamını vermek mümkünse, o zaman fıkhın “yıldızlara taparlardı” sözünü esas kabul ederek hükme varırsak tövbe suresinde bu sonucu evleviyetle çıkartabiliriz. Yani, “sabiler müşrik oldukları halde antikapitalist oldukları için Allah indinde durumları liberalist müşrikler gibi değildir” anlamına varabiliriz. Onların bu Salih amellerinden dolayı şirk günahlarını örteriz, ama hem nimete nankörlük eden liberalistlerden, hem de şirk koşanlardan olursalar, onların kurtulması mümkün değildir anlamı çıkar ki, o zaman da Bakara-62 ve Maide 69. ayette geçen nasarayı sabilerin niteleme sıfatı değil de yeni ahidin mevcut teslis inancını savunanlarda kurtuluşa erdi anlamı çıkar. Bir şartla ki, Liberalist teslisçi batı asla kurtulamaz, ama sosyalist müşrik Hıristiyan kurtulur anlamı çıkar. Bu kez de zulme karşı birleşme yerine, ateizme karşı liberalist müşrikle dayanışmaya giren bazı tarikatların hali ne ola?

Eğer Allah, müşrikte olsa onu af edebileceğini, ama insan haklarına tam riayet etmeyenleri, mesela liberalistleri af etmeyecekse, ki fıkhın bu ayetlere verdiği “yıldızlara tapmak olunca, bu çıkarıma zemin hazırlanmış olur.Çünkü, sabilerin yıldızlara taptığı şeklindeki görüşün anlamı budur. Salih ameli varsa, müşrik olduğu hesaba katılmaz demekle aynı anlama gelir. Hıristiyanların kahir ekseriyeti teslis inançlarıyla zaten müşrik olmuşlardır. O zaman bazı cemaatlerin bir asırdır insanlara: “ateizme(Müşrik demeleri gerekir, çünkü diyalektik materyalist müşriktir) karşı ehli kitapla dayanışmaya girmeliyiz, zira bu ateizme(doğrusu diyalektik materyalizme) karşı müşterek cephe oluşturalım” sözü mevcut fıkıhtan asla vize alamaz. Çünkü sabiler müşrik oldukları halde sadece insan haklarını hakkıyla veren adil insanlar olduklarından marksistlerin durumuyla aynı konumdadırlar. Öyle liberalist bir Müslüman’dan Marksist(Diyalektik Materyalizm) bir müşrik daha efdaldir demiş oluyorlar, eğer fıkhın bu yorumunu kabul ediyorlarsa. Hem fıkhın sabiler hakkındaki müşrik oldukları görüşünü, hem de hala ateizme(Şirke) karşı ehli kitabın dayanışmasını savunuyorlarsa, akıllarından da zorları yoksa gizli amaçları hak dinin sosyalist olan minhacına, yine dindar görünerek savaş açmışlar demektir. Şimdi bu ön bilgilerden sonra rahatlıkla ansiklopedinin ne söylediğini de ortaya koyduktan sonra, kavram analizinin diyalektik ilmine göre sonucu da alınmış olduğundan doğru senteze ulaşmaya gayret edelim.

Öyle ise Sabiler asla yıldızlara tapmaz, olsa olsa yıldız sembollerini ışığın karanlığa karşı zaferini simgeledikleri için kullanmaktadırlar.Bir başka anlatımla, yakın gökteki meleklerin, bu kesimin ışık veya nur cephesinin Allah emrindeki memurları(melekler ordusu kumandanları), yine iblisî karanlıkların deni alemdeki(Dünya, fani ve deni alem) şer ordularının(Asi cinlerin) kumandanı, reisi olarak algıladıkları veya düşündükleri içindir. Çünkü onlar yıldız ve gezegenlerin maddeden ibaren maddi varlığını değil, onların devinimine hakim olan arka planlarında ilahi emirle devinen kumandan bir büyük melek olduğunu tahayyül ettiklerinden, onları hayrın orduları diye, şerre karşı değerli buluyorlardı diye açıklayabiliriz. Eğer, meleklere verilen değer aynı tarafta olmalarından dolayı iblise karşı benimsenmişse bunda şirk yoktur.Şirk iki şeyde vardır. Allah’a ait olan ve olması gerekenler e onun dışındakileri ortak yapmaktır. İkinci şirk olan şey ise, Allah indinde bizim haksızlıklarımızın silinmesi için aracılık yaparlar inancıyla onlara değerlerinin üzerinde izzet vermektir. Yoksa Sabiiliğin orijinal inançlarında(Sonraki yozlaşmalardan önceki) iyilik ve güzelliğin kendisi olan Yüce Allah karşısına iblisi kötülüğün evrensel bazda temsilcisi ve melekleri de Allah mülkünün ortakları değil, Allah’ın hayra dair işleri ve şerri cezalandırmaya memur ettikleri olarak algılamış olmaları gerekir. Bu ise “Yıldızlar tapma” değil, melekleri Allah tarafından hayra memur edilmiş ışık elçileri olarak düşünme sınırında kalan makul bir değer vermedir. Değerlendirme Hizbullah ve hizbuşşeytan açısındandır. Hatta bu halleri bile başlangıçtaki kültürlerinde yoktu, sabilik kavramsal anlamıyla Kuran tarafından kullanılmış ve maddenin ilmine karşı manayı, yani fizik ötesinin varlığını akıl yoluyla kanıtlayan bilgi felsefecilerinin mezapotamyadaki ismidir. Nasıl idealist Yunan kesiminde o yörenin ve Hint-Avrupa dilleri literatüründe Luka-Meen(Akıla ve mantığa uygun söz konuşanlar) yaklaşık anlamına geliyorsa, Sabii de, temizlenenler, temiz akıl sahipleri Ulul Elbab anlamına gelebilen bir kavramdan oluşmuş olmalıdır. Biz de zaten bunlara verilen mahalli sıfatlardan Nasara ve Menda veya manda kavramının diyalektik analiziyle gerçeğe varmayı deneyeceğiz. Bunun içinde bu konuda kelamcılar ne demiş, dört büyük imam ne demiş konusuna girmeyeceğiz.Onların ne demiş olduklarına dair yazılmış çokça kitap ve makale vardır. Bunlar bizi tatmin etseydi, bunları Kuran bütünüyle çelişmez görseydik, zaten giriş bölümünü bu kadar uzatmazdık.

Şimdi, önce Sabi kavramı hakkında batının ve doğunun görüşünü Larousse’den, sonra da, Gnostik kavramının orijinal anlamını içlem ve kaplamını yine sözlükten ortaya koyarak analiz edelim. Bütün bunları önceleyen bir açıklama yapmak gerekir. Bu ise, antik çağı da önceleyen dönemden kalma, ışık-karanlık, iyilik-kötülük,vb inanışların varlığına dair felsefe sözlüğünden bir alıntı yapalım ki, yukarda açıkladığımız ve yedi ışık hizbinden olan gezegenin tapım amacıyla değil, ışık yanındaki hizbi teşkil eden elemanlardan olması açısından sembolleştirildiğini delillendirmiş olalım.Bu ise ikicilik anlayışıdır. Felsefi terimlerin gerçeğini bilmek başka, künhüne varmayıp zannettiğine göre taraftar ve karşı çıkanların çokça bulunduğu bir özel üslubu olan felsefe alanında kasdedileni kanıtlayıp filozofun asıl kullanma amacının ne olduğunu, sözler üzerinde yorum yapanların her kesimini tatmin etmek mümkün değildir.İkiciliği vahdet karşıtı zannedenler ve birciliği ihlas suresi mantığıyla çeliştirenle, panteistler ve vahdet-i vücutçuları ön yargıyla bir yer oturtmak çok kolaydır. Zor olan ise aynı ekolde bile birbirinden farklı söylem, fikir ve kanaatleri vardır.Bunun için tam bir açıklama, ancak bu konulardaki fikirlerin tek tek ortaya konulup onaylanması veya çürütülmesidir ki, felsefe tarihini bu şekilde açıklayacak bir eser yazmaya insan ömrünün birkaç katı yetmez.

Mesela vahdet-i vücut görüşünü ele alalım.Bunların hepsi “Vücut” kavramıyla aynı şeyimi kastetmiştir? Vahdet sözcüğüyle neyi ve neyin vahdetini kastetmiştir. Bu ekolün hepsi aynı şeyimi kastetmiştir.?

Yine felsefi çevrelerde Platon ikici olarak anılır. Bu demek değildir ki Platon fizik alemle, fizik ötesi alemi birbirine denk görmüş ve ikisini de yaratıcı olarak görüp denk tutmuştur. O, yaratanla yaratılanı birbirinden ayırdığı için böyle nitelendirilmiştir. Yaratanda bir parçalılık durumu yok, aksine vahdet esastır. Yaratılan onun tarafından halk edilmiştir.Şöyle de denebilir. Allah ezelidir, onun dışındakiler ona denk değil ve ezeli ebedide değillerdir.Gerçekte budur. Allah kendisinin ezeli ve ebedi olduğunu, kendi dışında kalanları ilmiyle meydana getirdiğini söylemektedir. Yani vahdet yaratıcının ortağı olmayışındadır. Yaratılanla yaratılan aynı cevheri taşır demek bircilik olduğuna göre, bunun böyle olması gerekir.Çünkü Allah, tamda bunu kastederek, Allah, doğmamış doğurmamıştır, onun hiçbir şeyde dengi olmamıştır der.

Öyle ise bu anlamdaki ikicilik, yani yaratılmış olanların yaradan denk olmadığı, yaradan la vücutsal ve cevhersel bir ilişkisi olamayacağı nettir.Önce yaratılış açısından ikicilik hakkında bir bilgi verip, sonra bambaşka bir alandaki ikicilik kategorisine gelim ki, Sabii doğuş felsefesi ve yozlaşmaya karşı Zerdüşt tarafından yenilendikten sonraki duruma bakalım. Bu bize aşağı yukarı sabilerin orijinal görüş ve inanışları hakkında yeterli bilgiyi verecektir. Öyle ise yine önce Hançerlioğlu’nun felsefe sözlüğünden bir alıntı yapalım. Sonra Büyük Larousse’den bir alıntı yaparak yorumlayalım. Yine dinde ve felsefede ikicilik birbirinin tamı tamına aynısı değildir.İyilik ve kötülük kategorik arımı da başka bir tasniftir.Kanımca insanlar şerrin erdem ve iyilikle dolu yaratıcıya şerrin yaratıcılığı ve onun temsilciliğini yakıştıramamalarından girdikleri arayışta bütün bu doğru ve doğru olmayan sonuçlara varmışlardır. Yaratıcı ruh ve cevherle yaratılanın aynı cevherde birlikte düşünenlere birci denilmiştir.Vahdet-i vücutçular böyle bir kolaycılığa sapmışlardır.Sudur nazariyesi ile açıklamışlardır. Ama kantarın topunu kaçırdıklarında Panteizme sapanları veya aynı şeyi söyler gibi olanları çıkmıştır. Biz bütün bunları bir tarafa bırakarak, varlık ve yokluğu, karanlık ve ışığı, iyilik ve kötülük ayrımını ve zıtlıkları en üst düzeye varlayanların hak din açısından müşrik oldukların da şüphe olmadığı kanısında olduğumuzu vurgulayalım.

Kötülük, izafi ve indi’dir.İyilik evrensel ve asıldır.Bu bakımdan iyilik asıl ve en üstte, kötülük “göre” ve “indinde” olan şeydir.En anlaşılır şekilde örneklendirirsek, bir otobur hayvanı alalım. Bu hayvan, ot denilen canlıyı tüketiyor. Hayvanın “indinde” bir yiyecek bulup açlığını gidermek “Ona göre” iyiliktir. Yenilip öldürülen ota göre kötülüktür.Bu hayvan bir etobur hayvan tarafından öldürülüp yenildiğinde, öldürülüp yiyecek haline getirilen havan indinde bu olay kötülük, karnını doyuran hayvan açısından ise iyiliktir.İşte iyilik ve kötülük hem göreceli, hem “göre” ve indinde olduğu için bırakınız evrensel olmayı, zamanlı ve mekanlı alemde bile tarafların faydasına ve zararına göre bile değişen değerler kazanmaktadır. Taraflar açısından olma izafiliğini devreden çıkarttığımızda ise evrensel dengeler açısından iyiliktir.Eğer etobur hayvanlar olmasaydı, otoburlar yeryüzünde ot bırakmayacak şekilde yeryüzünü çöle çevirirlerdi. Bir insanı ele alalım. Sağlıklı bir insanın ölmesi onun açısından kötülüktür.Aynı insan şifasız bir hastalık ve dayanılmaz ağrı ve azap içindeyse ölüm onun için acıların son bulması olacağından iyiliktir.İnsanlar ötenazinin meşru mu, değimli tartışmasını dahi çözmüş değiller..

Şimdi ebediliğin veya çok uzun ömürleri olan kıyamete kadar yaşayacak meleklerle, hatta bir kısmı o anda dahi ölmeyecek melekler aleminde(Tarzlarda) ölüm olmadığı için, dünyada kötülük olarak görülen ölüm ve birbirini yeme yoktur. Çünkü Melekler açlık hissetmeyen latif yaratıklardır.Demek ki, iyilik ve kötülük evrenin bütün alemlerinde olan bir şey değildir. Fani alem dışında sadece iyilik vardır diye bir sonuç çıkartılabilir.Öyle ise, orijinal Zerdüştlük, iyilik ve kötülüğü ayrı ilaha atfetmemiş, kötülüğün sadece maddi alemde iradi ve izafi bir şey olduğunu tahayyül etmiştir. Bu ise şirk değildir.Çünkü ilah düzeyinde ve Vâhid Allah dışında bir at ve şeye ilahlıktan pay vermemiştir. Daha önce de açıkladığımız gibi ilahlık kavramı “Korumak” amaç ve umuduyla sığınmak anlamına geldiğine göre, hiçbir insanın kötülüğün kaynağını ilahlaştırması mümkün değildir.Zaten insan, kötülükten korunmak için İlaha sığınır.Kötülüğe sığınmak akla aykırıdır.Kütü ruhlara ve kötü cinlere sığınanlar olmuşsa da, ilahlaştırarak olmadığı açıktır. İlahlaştırma amacı taşıyanlar ve Allah yanında onları da koruyacağına inanmışsa müşrik, Allah’ı inkar ederek onu veya onları ilah(koruyucu) edinmişlerse kafir olmuşlardır. İşte bizin ikilciğe bakış alanımız bununla sınırlı olduğu için, felsefede ikiciliği atlayarak, eski dünyada dini açıdan, şirk ve küfre varan türüyle, olmayan türünün tespitiyle sınırlıdır. Şimdi bu sınırlar içinde felsefe sözlüğünden alıntımızı yapalım.

“Dinsel açıdan ikicilik çok daha eskidir.Mallılar(Güçlüler) ile, malsızlar(güçsüzler) ikiliğine dayanan iyilik ve kötülük karşıtlığı üstünde yükselmektedir. Sümerlerin yer ve gök tanrıları, eski Mısır’ın iyilikçi ve kötülükçü tanrıları, Eski Çin’in, Hind’in, İran’ın karanlık ve aydınlık ilkeleri( Çin’de Ying-Yang, Hind’te Tamus-Satva, İran’da Ahura Mazda, Angra mainyu) hep bu karşıtlıkların dile getirilmesidir.”

Burada göze çarpan fark, Sümerler ve Mısırlılar da tanrılık düzeyinde bir ikicilik olup, şirke girdiği halde, İran, Çin ve Hind’te ilkeler bazındadır ve şirk değildir.Şimdi Büyük Larousse’den bir alıntı yapalım. Yine felsefeyi bir tarafa bırakarak, din maddesini ele alacağız.

“ikilikçi sistemler arasında Zerdüşt’ünki Ahlaki ve iyimser bir nitelik taşır. Bu sistemde iki ilkenin aşa ile durc’un(evrensel düzen ve yalan). Karşıtlığı söz konusudur.Ahuramazda’dan çıkan iki ruh, bu iki ilkeden birini seçerler.Ama en sonunda üstün gelecek olan iyiliktir.Fakat daha varlıkbilimsel olan(ilke olmaktan çıkıp ontolojik seviyeye yükseltilen) rahiplerin ikiciliği Ahuramazda ve Ehrimen’i karşılaştırarak zurvancılığın doğuşuna yol açtı.Zurvancılık bazılarına göre, iki rakibi doğuran zaman tanrısı(Dehr) anlayışıyla Sasani’ler döneminde dinin egemen biçimini oluşturdu. Mani daha kötümser ve köktenci bir ilicilik ortaya koydu.Bunun izlerine Katharoscu din sapkınlığında hala rastlanır. Ama, manicilik de aslında Gnostik nitelikte bir inançtır.”

Burada da Zerdüştlüğün ontolojik bir sapkınlık içermediği açıktır.Şirk kapsamına girecek bir durum yoktur.Zaten orijinal Sabii inancı Zerdüşt inancının paralelindedir.Öyle ise, Sabiler hakkında Larousse’den özet bilgi verelim. Bu topluluğun Harran bölgesi ve Irak’ın kuzeyinde yaşadıkları konusunda bir ihtilaf yoktur. Şunu da belirtelim ki, Gnostikle mistik ve imtiyazlı ilim kastedilmişse bunda eksiklik vardır.Çünkü bilinebilirciler imtiyazlı ilim iddiasında bulunan kahinlerden farklı olarak uslamlama yapan hikmet ehlide gnostik kesim içindedir.

· GEZEGENLERİN HEYKELİNİ YAPMAKLA, TAPMAK AYNI ŞEYMİDİR?

Büyük Larousse’den yapacağımız ilk alıntıda bunun cevabını arayacağız.

“…Sabilik ve Sabii halkı konusunda ilk bilimsel araştırma ünlü İslam bilgini Biruni tarafından yapıldı. Biruni, bunlardan yer yer “Sabii diye bilinen Harran’iler” biçiminde söz eder. Ancak, kıblelerini anlatırken bunların ikisini kesin olarak birbirinden ayırır. Buna göre Sabii halkının kıblesi kuzey kutbu, Harran’ilerin kıblesi ise güney kutbudur.Oruç ve bayramlarıyla ilgili bilgi verirken de, bu iki inanışta olanların “Belit” dedikleri Venüs’ün, Mars, Satürn, Merkür, Hermes(İdris peygamber), Güneş ve Ay’ın heykellerini diktiklerini Hermes,in kitaplarına dayandıklarını, kimi araştırmacıların onların Hermes’i Kuran’daki İdris, Tevrat’taki Uhnuh(Hanoh yada Hanok), bazılarının da Budha olarak kabul ettiklerini belirtirler.

Biruni’ye göre gerçek Sabii halkı Harran’ilerden ayrıdır; Sabii halkı, Kurus geri dönmelerine izin verdiğinden Babil’de kalmışlardır, kendi inançlarını Mecusilik, Yahudilik ve kendi Babil inançlarıyla yeni bir din ortaya çıkartmışlardır.”Müslümanların Sabileri yorumlayan eserleri birden çoksa da, bir filozof olan Biruni’yi madem ki ansiklopedi tercih etmiştir, bu özet bilgi üzerinde görüşlerimizi belirtelim.

Öncelikle şunu belirtelim ki, bir toplumun bir takım heykeller yapması ayrı şey onlara yapması ayrı şeydir.Yazının icadından önce insanlar arasında resim ve heykelle tasvir yaparak anlaşmak ve bir mesajı kalıcı yapmak zorunlu bir iletişim yoluydu. Coğrafya dersini anlatmak için bir kolaylık olan ve resimle verilecek mesajdan daha detaylı ve daha çok şey anlatan Dünyanın heykeli küre(heykel formatında) yapıp coğrafya dersliğinde bulundurmakta ki niyet bunu belirler. Nasrettin hocayı eşeğin üzerine ters binmiş olarak simgeleyen bir heykelinin yapılmasında amaç bellidir.Kimse onu ilah olarak algılamaz ve kıble olarak yönünü ona çevirmez. Kabe kare pirizmasını ele alalım. Buda bir tasvir biçimidir. Kimse ona bir yıldızın tasviri olarak önünde tavaf yapmaz ve onunla Şi’ra yıldızı veya eskilerin bir takım yıldızlara atfettikleri uluhiyeti vererek kıble yapmaz. Müşrikler onu ilahlarını anarak tavaf ederken, Müslüman Allah’ın adını anarak, hatta telbiye getirerek, “Allahümme lebbeyk, “innel hamde vel niğmete…” diyerek, yanlın Allah’a kulluk yaptığını ve emret emrindeyim dediğini hepimiz biliriz. Yine müşrikler, günah işledikleri elbiseleriyle tavaf yapılmayacağı kanaatinde olduklarının mesajını vermek için anadan üryan tavaf yaparlarken, Müslümanlar ihram denilen dikişsiz elbise giyerek, dikişin elbiseye verdiği gösterişten kaçtıklarını tevazua büründüklerinin ve daha birçok hayırlı mesaj için makul ve dikişsiz bir elbiseyle giyinik tavaf eder, putlaştırılanların değil, Allah’ın adını anarak tavaf etmelerindeki halis niyeti benzer hareketi günah olmaktan çıkartmaya yeterlidir.

Bunun için Sabiler yıldız heykelleri yapıyor diye tümünü müşrik diye nitelemek yanlıştır. Mutlaka yozlaşma nedeniyle müşrik olanları olmuştur. Olmadaydı zaten üç surede üç ayet düzenlenmesine gerek kalmazdı.Bu pencereden bakıldığında terimsel Müslümanlarında müşrikleri vardır. Hatta şeylerin sevgisini Allah sevgisiyle eşitleyecek kadar mal mülk tutkunu olup cimrileşerek Allah’ın bol bol verin, eşitleşene kadar verin emrini umursamayarak putperest olmuş olanları da vardır.Eğer bu haller olmasaydı Allah, bu üç ayette “İman edenler” kelimesini ayet cümlesine ekler miydi?

Verilen bilgilerden anlaşıldığına göre bu toplumun kıblesi olduğu belirtilmiştir. Kıble uluhiyet yönelişinde semboliktir. İnsani ilişkiler için verilen mesajda ise yeryüzünde insani ilişkilerde dostluk, yardımlaşma, hız yapmadan dönme(Hâdi) yaşam biçiminin ezelden beri yaşandığı bir insani ve medeni yaşamda istikamet doğruluğunu taşımış bil belde yaşamını(Sabırla Salat-Salavat’a) devam mesajını vermektir. Yeryüzünde karyelerin en eskisi olduğu için mümin Kabe veya Mekke komününü istikamet doğruluğu yapmıştır. Her ümmetin sapkınlarını bir tarafa bırakarak, dinlerine belli şartlara uymak koşuluyla ahirette mahzun olmayacaklarını ilan ettiği ve bu şartları önceki yazılarımızda değerlendirdiğimiz kesimin kıblesi olduğuna göre, en azından bu kesim gezegenlerin heykellerini, güneş kursunu tapınmak için değil iyinin kötülük karşısında sonunda galip geleceğini anlatmak amaçlı yaptıkları açıktır. Çünkü onların ubudiyet yaptıkları bir kıbleleri vardır. Kıblesi olan ise manevi bir varlığa ibadet ediyor demektir. Peki bunların kuzey ve güneye yönelmeleri bir yıldız kümesine yönelmek miydi diye sorulabilir. Mesela kuzeye yönelenler yine dünyadaki bir maddi varlığa değil de mesela kutup yıldızına mı ilahlık veriyorlardı, güneye yönelenler acaba güney balığı yıldız kümesine mi tapıyordu denebilir. Böyle yapanları olmuş olabilir. Ama nasıl Kabe’nin kuzeyinde bulunan Müslümanların güneye, Yemende bulunan Müslümanların kuzeye yönelmeleri ayrı kıbleye yönelmek değilse, Sabilerin yönelişleri de böyledir. Bir farkla ki, kıble olarak kuzeye yönelenlerin atalarının Yemen tarafından geldiklerinin delilidir. Tıpkı Anadolu Firg’lerinin ölülerini Anadolu Müslümanlarının aksine ve sol taraflarının üzerine hafif yatık koymalarının onların Yemen tarafından gelen ve Kabe’yi kıble olarak tanıyan atalarının göç etmelerine rağmen ters tarafa yönelmelerine geleneklerinim mani olması gibi. Şimdi de Avrupa’nın Sabii’ler ve Harran’ilere bakışlarını görelim.

· SABİİLİKLE GEÇ İLGİLENEN HIRİSTİYAN DÜNYASININ GÖRÜŞLERİ.

“ Sabilik ve Sabii halkı Müslümanlarca daha önceden beri bilinmekle birlikte, batı dünyasına ilk defa Portekizli misyonerler tarafından tanıtıldılar.Ancak bunlar Mandaya ya da Nasoraye adlarıyla anıldıklarından, Arapların Hıristiyanlara verdikleri Nasara karıştırıldılar.ve bu nedenle uzun zaman bir Hıristiyan mezhebi sanıldılar.Ancak Mandaya sözcüğünün türediği Manda “Gnostik bilgin”, Nasoraye sözcüğünün türediği Nasury da “Gizli bilgi sahipleri anlamına gelir”…”

Burada kavramlar hakkında verilen bilgiler doğru ise, ki, Manda kavramına verilen anlam kanımca doğrudur, ama Nasara sözcüğüne verilen anlamın gizli bilgi manasına geldiğine emin değilim. verilen anlamdan hala emin değilim. Çünkü onun anlamı kesindi ve terimsel Hıristiyanlık(Hristo) ile alakası yoktur. Ensariyetle alakalı olup, dayanışmalı toplum taraftarı, eşitlikçilik yanlısı ve onunda ötesinde kendi ihtiyacını ihmal edip, başkalarını tercih edecek derecede diğerkamlılardır. Bu ise hadislerde övülen bir erdem ve Haşır-9 ayette, nefislerin cimriliğinden korundukları için kurtuluşa erenler diye cennet vaat edilenlerdendir. Zaten, Selam onlara Zekeriya ve Meryem böyle bir Ensar toplumu havra(Salavat) sistemi içinde yaşayan manastır ehli oldukları için Selam ona İsa’da bu isim fiille anılmış, sonrada Medine anlamında o bölgeye bu isim verilmiştir.

İkinci mühim bilgi ise Manda kavramının filozofları tanımlayan bir kavram olmasıdır.Metafizikçi ve üstelik idealist filozofların din sosyo ekonomi politiğini de tanımlayarak, hem uluhiyette kıst ve hem de, insani ilişkilerde kıst üzere yaşamayı öğreti yaptıkları için Pythagoras’la tarihte örneklenen filozof tipleri Ulul Elbab oldukları belirginleşmiştir.Zaten aradığımız hususlardan birisi bu idi. Bir an için araştırmacıların nosoraya verdikleri anlamı kabul edecek olursak ve “İmtiyazlı ilim sahipleri”(Kahin gibi zanlarına göre konuşup gaipten haber geldiğini söyleyenler) dersek. Buda makuldür. Çünkü ister Harrani, ister Sabii olarak ele alınız, ilme ve ibadete yönelenlerle, kahin sözlerine göre hareket eden, sihir ve büyüye yönelen kesin her toplunda olduğu gibi Sabii toplumunda da var ki, Kuran bu gurubun imanlarını ve amellerini nasıl tashih etmeleri hususunda üç kez ayet sevketmiştir. Hatta son bahşedişle ilgili Hacc-17 de ismen Mecusilerden de bahsetmiştir.Arkasındanda Müminlerle terimsel Yahudi, Sabii, Hıristiyan ve Mecusilerin arasında fark gözetileceği, hatta Mecusi kavramsal anlamı içine giren halleri görülenin terimsel olarak hangi isimle isimlendirilmiş olursa olsunlar cehennemde cezalarını çekeceklerini açıkça bildirmiştir. Demek ki Kuran’da bahsedilen Sabiler ve Zerdüşlerle ateşgede anlamına gelen ve halen mevcut dinlerde de bir çok örneği bulunan ten zevklerine yönelen, cinsel ve mülksel şehvet tutkunlarıyla alakası yoktur.Öyleleri Putperestçe mülke düşkün olduklarından ve şeyleri Allah sevgisinin üzerinde tutuklarından hem müşrik, hem de putperest kavramsal Mecusi olmuşlardır.Sırası geldiğinde Hacc-17 ayetten de bahsedilecektir.



· SABİLERİN EVREN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

“Sabi halkının evrenle ilgili görüşünün temelini ikicilik(Yani ne panteist, ne de vahdet-i vücutçudurlar) oluşturur.Buna göre ezelde bir ışık bir karanlık alemi vardı.Işık Aleminin başında bulunan yüce varlığın adı “YAŞAM”, “Büyük yaşam” ya da “Büyüklük-Ululuk’tu” . Bu yöneticinin sarayı Utre denilen Meleklerle doluydu.Işık alemi ruhsal bir dünya ve yaşamın kaynağıydı.Ezeldeki karanlık aleminde yalnız karanlık ve karanlık su ve kaos vardı.Kara su, karanlık aleminin yöneticisiydi. Kara Su’nun Dev, Ejderha, karanlıklar hükümdarı DÜNYA EFENDİSİ gibi adları vardı ve tüm kötülükler ondan kaynaklanmakta idi.”

Bazı açıklamalar yapmamız gerekmektedir. Yazıya ezeli olarak geçen kavram başlangıcı olmayan, ışık gibi ona denk anlamına gelmez. Nasıl “Ebed” sonsuza kadar anlamını gelmeyip, çok uzun yıllara kadar anlamını taşıyorsa, “Ezel” kavramı da ”Çok eskiden”, “Başlangıçta”, şimdiki yapı ve düzen evrende yokken demektir. Yani Işık öncesiz ve sonsuz, karanlık ise mahluktur. Işık tarafından hayat verilmiştir. Bunun diğer bir kanıtı sözlerin arasıda vardır. Yaratıcı ve yönetici olana ”Yaşam” denilmekte…yine ışık ruhsal alemde olup, yaşamın başlangıcı ve kaynağı denmektedir. Yani yaratıcı tektir, her şeye o hayat vermiştir. Karanlık hayat sahibi değildir.Yani yoktur ve ışık ve ululuk tarafından sonradan hayat sahibi yapılmıştır. Yine Işık ve ululuk ruhu sarayı, yani kürsüsü vardır ki, bu ilmin ve yönetim kudret v.b şeylerin tek başına sahibi demektir. Bir Profesör için kürsü sahibi dediğimizde ne anlaşılıyorsa bu anlatışta onu da içeren bir nitelik vardır. İslam buna “Hayyum ve kayyum der, yetki, kudret ve ilmiyle her şeyi kuşatmışlığına da “Arşın sahibi” der.Demek ki, insana ruh ve ilimin kavranmasında verilen kısıtlı bilgiye ulaşılabilecek bilinebilirliğin son sınırında ve doğru olan bir vahdet anlayışı var Sabiilerin. Meleklere de bakış açıları da doğrudur. Ne Allah’la nesep bağları kurma yanlışı, ne de Allah emrini Üzerine getirmek ve arşa bağlı olmaktan başka yetkileri vardır.Işığın emrinde ve ışık tarafında yer aldıklarından, aynı tarafta bulunan müminlerin onlara sempati duymaları ve heykelleştirmeleri gayet doğaldır.Bağımsızlığı bayraklaştıran bir insanın mensubiyet birlikteliği mesajı vermesinden başka bir şeyi ifade etmez.

Karanlık diye nitelendirilen ise, yine maddi alemden başka sayısız ruhsal alemlerde(Tarzlarda) değil, sadece maddi, deni ve alçak hayat tarzlarının hüküm sürdüğü dünya ve gök cisimlerinin görünür, elle tutulur kesiminde vardır, Ne allah2ın dengi, ne onunla uğraşmaya gücü yeten değil, sultası ancak insan gibi zayıf ama kendisine seçme hakkı ve iradesi olan kesimler üzerindedir. Onunda sınırlı olduğunu bize Kuran haber verir ki, “Allah’ı veli edinen ve ona sığınıp onun sözlerinden çıkmayanlar üzerinde bir sultası yoktur der(Nahl-100). Bu açıdan da inançları Kuranla gelen inanç sistemine uygundur. Yani o milletin tümüne değil inanç ve amelleri böyle sağlam ve temiz olanlarına Sabii denilir. Böyle olmayanların dinler tarihinde ki, genel tanımı Mecusiliktir(Hacc-17)



· SABİLERİN DİNLERİNİN ESASI VE SOSYO EKOMİ POLİTİĞİ(Minhacı)

“Sabiilerin insan ile ilgili inançları da ruh ve beden ikiciliğine dayanır.Sonraki metinlerde adem ile havadan da söz edilerek, ruh ve bedeni yaratanın aynı varlık, yani ışık alemi olduğu belirtilir…Sabii halkına göre gerçek günah, ruhun karanlık bedene dönüşmesidir.Bu nedenle ölüm, aslında ruhun kurtuluşudur.Kıyamet günü ve ahirette sabilikte yer alır…Sabilikte haram ve helalin tanrısal kaynaklı olduğuna inanılır…Beden ve Dünya’ya(Deni ve fani şeylere düşkünlük)ilişkin her şey kötüdür.Kurtuluş için Zekat ve sadaka vermek, yiyecek ve temizlikle ilgili buyruklara uymak, Zina, hırsızlık, Yalan, Adaletsizlik gibi kötülüklerden kaçınmak gerekir…”

Kahinlik(gaipten haber vermek, imtiyazlı ilim sahibi olduğunu iddia etmek) ve büyücülük yapmak yasaklanmıştır.Demek ki, sabilerin inançları sahih ve işleri Salih amel türündendir.İstisna ve yozlaşmalar konumuzu ilgilendirmez.Çükü Maide-69 ayeti önceleyen ayetler, İslam sonrası sabilerin, Hıristiyanların, Yahudilerin, en son vahiye inanmaları ve ona göre işlerini tashih etmelerini ön şart olarak getirmiştir.Allahtan gelen sefa geldi hoş geldi, Allah’ım emret senin emrindeyim demeyenler, ya Allah’la ahit yapmamış, ya da ahidi bozmuş hükmündedir. Bunlar için Allah vadide yoktur veya yürürlükten kalkmıştır. Durumları en azından nisbi butlanla maluldür. Müşrik ve zalim değillerse, Allah dilerse affeder, dilerse cezalandırır.

Son vahiden haberdar olmayanların durumu daha avantajlıdır. Çünkü yeni vahiden haberdar olmadıkları için doğruluk üzerinde oldukları müddetçe, inanlarına şirk karıştırmadıkça mahzun olmayacaklardır. İdealist filozofların verdikleri yaratılış konusundaki doğru bilgi ve inanca sahip olanlar, insan haklarına tecavüz etmemek için eşitlikçi sosyo ekonomi politiğe sabredenlerin halleri böyledir. Zaten Sabii toplumunda nitelik, ağırlıkla filozoflardan esinlenmeyi andırmaktadır. Bir resul aracılığıyla Allah bunlarla ahit kesmemiş olsa da, ahid yaptıklarının ahde uyanlarıyla birlikte haşrolacakları ümidindeyim. Yine de doğrusunu Allah bilir. Bir sonraki bölümde Hacc-suresi 17. ayet hakkında yorum yaptıktan sonra, din'de butlan, nisbi butlan ve hakdin olma niteliği hakkındaki girişle ilgili bilgi vermeyi tamamlamış olacağız…



Makale-22 Dostlara selam…(giriş bölümü devam edecek)

ilhami46.blogcu.com

Leia Mais

HARRAN OKULUNUN ANA GÖRÜŞLERİNİN TEFSİR MÜDEVVENATINDAKİ İZDÜŞÜMLERİ ÜZERİNE BİR TEDKİK

A Study On The Reflections Of Harran School To Tafsir
Summary
The role of Harran in trasformation of Neoplathonisme to the İslamic tought is very important. İts obvious that Tafsir, as well as many İslamic sciences, was influenced by Neo-plathonisme. The mystic tafsirs gives a lot of exampless of Neo-plathonic interpretations. Some of them are weel-adjustud to the sunni doctrine, but the others are not. The İşari/Mystic tafsirs represent the sunni Neo-Plathonic commentaries; however, the Nazari/Mystic tafsirs represent the anti-sunni Neo-plathonic interpretations.
We can recognise Harran school’s effects on the other tafsir currents. Especially philisophical tafsirs are the other important examples in this respect.
İt’s posible that to smell the breeze of Hellenistic age and its thought among paper of tafsirs.

Giriş
Ö
ncelikle Haran Okulu’nun Felsefe Tarihi içindeki yerini belirlemek, ikinci aşamada Harran Okulu’nun dominant görüşlerini ortaya koymak, tebliğimize temel teşkil edecektir. Üçüncü ameliyede ise, Harran Okulunun Ana görüşlerinin Tefsir’e yansımalarını ortaya koymaya çalışacağız.

Harran Okulu’nun Felsefe Tarihi İçindeki Gelişim Süreci
William H. McNeill, dünyanın en eski uygarlığının Dicle ve Fırat ırmağının aşağı kıvrımları boyunca Basra körfezine kadar dayanan düz alüvyon ovası üzerinde uzanan Sümer ülkesinde doğduğunu belirterek yazı ve dinin kökenini Sümer rahiplerine bağlar. Ona göre, 1930’lara kadar Eski Mısır’ın yeryüzünün en eski uygarlığı olduğuna inanılırdı, fakat günümüz ejiptiyologları, 1920’lerde ortaya çıkarılan Sümer’in Eski Mısır uygarlığından önce başladığı konusunda görüş birliği içinde olduklarını ve Sümer’in Eski Mısır’ı etkilediğine dair, küçük ama şaşmaz izler tespit edildiğini, ifade eder.
Felsefe tarihçisi Macit Gökberk, felsefenin, yazılı belgelerin başlamış olduğu milattan önce dördüncü bin yıldan başlayarak, Batı Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar (M.S. 476) olan süreci kapsayan ilkçağda doğduğunu belirtir. Bu uzun zaman diliminde, bilhassa Akdeniz çevresinde Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Asur), Eski Mısır, Hitit, Fenike, Yahudi, Yunan, Pers, Roma ve Kartaca kültürleri gibi bir çok kültür ve uygarlık doğup gelişti. Bu uygarlıkların içinde antik Yunan medeniyetinin felsefe tarihinde ağırlıklı bir yeri vardır; Zira antik Yunan medeniyeti felsefenin doğduğu yer olarak kabul edilir. Ancak felsefenin ana rahmi olan antik çağ Yunan medeniyetinin, kendisine takaddüm eden uygarlıklardan tesirler aldığı da bilinmektedir. Bilhassa Mezopotamya’nın ve Eski Mısır’ın, antik Yunan Felsefesi üzerindeki tesiri yadsınamaz. İlk Yunan düşünürleri, astronomi bilgilerini Babilliler’den; geometri bilgilerini de Mısır’lılardan almışlardı. Antik Yunan Felsefesinin önde gelen doğa felsefecisi Thales (625-545), 585 yılındaki ilk güneş tutulmasını hesap ederek önceden haber verdiğinde, Babilliler’in astronomisinden yararlanmıştı. Thales’in Mısırlıların geometrisinden yararlandığı da kaydedilmektedir.
İlkçağ Yunan Felsefesi, Thales, Anaximandros, Anaximenes, Herakleitos, Ksenophanes, Parmenides, Elealı Zenon, Pythagoras Fisagor), Empodokles, Anaxagoras ve Demokritos gibi ilk doğa filozofları ile başlar. Bu ilk dönem doğa filozoflarından sonra, sofistlerle birlikte doğa felsefesinden insan felsefesine geçiş yapan yeni bir süreç başlar ve bu dönemde Sokrat, Eflatun ve Aristo ile Yunan Felsefesi giderek sistematik hale dönüşür. İlkçağ Yunan Felsefesinin Aristo sonrası önemli bir diğer safhası ise, Yunan hükümdarı Makedonyalı İskender’in (M.Ö: 356-323) fetihleri ile başlayan Hellenistik dönem felsefesidir.

Helenizm-Roma Felsefesi
Hellenizm sözcüğünü ilk kez bilimsel bir terim olarak ortaya koyan Alman tarihçisi, J.G. Droysen, bununla Yunan kültürünün sınırları dışına taşarak evrensel kültür haline gelmesini kastetmişti. Bu süreç Milattan önce 330 yılında İskender’in Asya seferleri ile başlayıp, Milattan sonra 30 yılında Mısır’ın Romalılar tarafından fethedilmesi ile sona eren yaklaşık 300 yıllık bir süreçtir. Ancak Hellenizm kavramı geniş anlamıyla, İskender’in ölümünden sonraki bin yılı kapsar.
Makedonya kralı İskender, on yıl gibi kısa bir sürede, Orta Doğu’yu, Mısır’ı, İran ve Pencap’a kadar uzanan Orta Asya’yı fethederek büyük bir imparatorluk kurdu. İskender’in genç yaşta ölümünden sonra, bu imparatorluğun sınırları Anadolu, Suriye, Mezopotamya, Mısır ve Kuzey Afrika’yı içine alacak kadar küçüldü ise de klasik Yunan düşüncesi ile bu ülkelerin çeşitli yerel inanç ve düşünceleri karışarak ortak bilim dili olarak kabul edilen Yunanca ile ifade edildi. Aristo’nun kendisine hocalık yapmış olduğu İskender’in Büyük Asya’ya yapmış olduğu seferler, kültür ve felsefe bakımından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu önemli olayla birlikte, bir yandan Yunan kültürü ve felsefesi kendi sınırlarının dışına taşarak Doğuya ve Akdeniz kültür havzasında yayılırken, diğer yandan da Doğu dünyasından gelen dini karakterli fikirler Batı’ya nüfuz etmiştir.
İskender’in ölümünden sonra Doğu Akdeniz çevresinde kurulan devletlerde Yunan ve Doğu düşünceleri karşılaşıp birbiriyle kaynaşmıştı. Bu karşılıklı etkileşimin siyasi sonucu olarak da Roma imparatorluğu ortaya çıkmış; Doğu ve Batı düşüncesinin bu kaynaşması, Roma İmparatorluğunda devam etmiş ve Hıristiyanlıkla son formuna ulaşmıştır.
Helenistik dönemde Akdeniz çevresinde, büyük kitaplıkları, müzeleri olan bilim merkezleri kurulmuştur. Bunların başlıcaları, Rodos, Bergama, İskenderiye, Tarsus, Roma, Antakya İstanbul Urfa (Edese), Nusaybin, Cundişapur (Gundeşapur) , Harran ve Bağdat okullarıdır. Tek tek bilimler üzerinde ihtisaslaşan bu okulların en önemlisi İskenderiye Okulu idi. Harran Okulu’nun felsefe tarihi içindeki gelişim sürecinin anlaşılabilmesi İskenderiye Okulunu daha iyi tanımaktan geçer.

İskenderiye Okulu: Philosophia’dan Theosophia’ya
Helenizm-Roma Felsefesinin ağırlık merkezi bakımından; ahlaki ve dini dönem olmak üzere iki döneme ayrılır. Bunların ilki, Aristo’dan hemen sonra başlamış, ikincisi de miladın ilk yüzyılı içinde oluşmuştur. Buna göre, İsa peygamberin doğduğu yüzyılda Helenistik felsefenin giderek dini bir karaktere bürünmüş olduğunu, dahası, “vahiy geleneği” ile “felsefe geleneği” arasında bir telfikin meydana geldiğini söyleyebiliriz. Hellenistik felsefenin dini karaktere bürünmesinde İskenderiye Okulu, en başat rolü oynamıştır. Gökberk’in ifade ettiği gibi, İskenderiye Okulu, Yunan Felsefesinin kavramlarını dini inançları aydınlatmak ve düzenlemek için kullanarak dini-metafzik sistemler kurmuş ve felsefenin dini bir renk almasında etkili olmuştur.
Roma İmparatorluğunda Hellenizm’in yayılması, dini hayatta bir canlılık meydana getirmiş, din ile felsefenin sınırları üzerinde bulunan akımlar meydana getirmişti. Bu dönemde, her ikisinde de dini özellikler bulunan Fisagor ve Eflatun’un felsefeleri özellikle revaç bulmuş, bilgi kavramı artık algılama ve sonuç çıkarma anlamından çıkarak tinsel görüş anlamında değişikliğe uğramıştır. Bu döneme kadar bilge ideali Sokrates iken, artık onun yerini Fisagor almıştır. Milat sıralarında İskenderiye Okulunda yetişen Yahudi geleneğe mensup Filon, ( M.Ö:25-M.S 50), Yunan Felsefesi ile Tevrat’ı özdeşleştirerek dinle karışan felsefenin gelişmesinde önemli bir aracı rol oynamıştır. Antik çağın sonlarına doğru gelindiğinde İskenderiye Okulundan Platinos (203-270), Eflatun’a dayandırdığı Yeni Eflatunculuğu sistemleştirmek suretiyle, felsefenin gereçlerine dayanarak dini dünya görüşünü geliştirme ameliyesine ivme kazandıracaktır. Doğu Roma İmparatoru Justinianus, 529 yılında Atina Okuluna kapattığında dağılan Atina okullarının filozoflarından bir kısmı İskenderiye’ye, bir kısmı da Harran’a ve Suriye’deki diğer merkezlere giderek, buralarda Eflatun ve Aristo’yu açıklamak suretiyle Hıristiyanlaşmış Yunan Felsefesini oluşturdular. Böylece İskenderiye, sonraki zamanlarda bütün bir ortaçağa hükmedecek olan Partistik Felsefeye de beşiklik etti. Nihayet İskenderiye’de Yeni Eflatunculuk ve Partistik Felsefe olmak üzere iki ana damar belirdi.

Harran Okulu: İskenderiye’nin İzinde
Kadim bir Mezopotamya kenti olan Harran, çok eski zamanlardan beri, ilim ve felsefe cereyanlarının yoğun olduğu bir bölge idi. Arami alfabesi Harran bölgesinin yanıbaşındaki Urfa’da icad edilmiş ve Medler, Pertler, Sasaniler ve Uygurlar bu alfabeyi kullanmışlardı. Sami putperestliği ve sabiilik yerleşik inançlardı. Zamanla bu inançlar matematik ve astronomiye ait çalışmalarla ilişkilenerek yeni karışımlar meydana getirdi. M.Ö. III. yüzyılda Makedonyalı İskender’in Harran’ı fethi üzerine, bir çok Yunanlının buraya gelmesi ile bu defa Harran’da Sabi-Helenistik bir alaşım oluştu. Bu yeni inanç ve kültür halitası, zamanla İskenderiye okulundan etki alarak Fisagorculuk ve Yeni Eflatunculuk ile yeni bir senteze kavuştu.
Prof. Dr. Ramazan Şeşen’in belirttiği üzere, el-Cezire bölgesi, tıpkı antik çağda olduğu gibi miladın ilk asırlarında da Helenistik kültürün önemli merkezlerine sahiptir. Harran, Urfa ve Nusaybin, el-Ceziredeki hellenistik okulların en önemlileridir. Bu merkezlerin Antakya ve Cundişapur (Gundeşapur) ile sıkı ilişkileri vardı ve bu havzalarda Gnostizm cereyanı hakimdi. Urfalı Bardesan da (öl: 222) Gnostiklerin önde gelenlerinden biridir. Miladi altıncı yüzyılın başında Atina Okulu’nun dağılmasından sonra buradaki hocalar hellenistik okullara dağılmışlardı. Bunlardan Simplicus, Harran Okulunda kalarak buraya yeni bir düzen verdi.
Harran, Miladi 640 yılında Müslümanlar tarafından fethedildi. Halife Ömer b. Abdulaziz zamanında (717-720) İskenderiye ekolünün Antakya’ya, oradan da halife el-Mütevekkil zamanında (847-861) Harran’a geçtiği kaydedilmektedir.
Harran’ın Müslümanlar tarafından fethedilmesiyle birlikte Harran Okulu bir başka senteze kavuşarak Fisagorculuğun ve Yeni Eflatunculuğun İslam’a geçişinin önemli bir köprüsü oldu.

Harran Okulunun Ana Görüşleri
Büyük İskenderin Asya seferlerinden başlayarak M.S. VIII. yüzyılın başlarında Ortaçağ skolastik felsefesinin doğuşuna kadar devam eden Helenistik dönem felsefe okulları içinde yer alan Harran Okulunda, birden fazla felsefe ekseni yer alır. Harran Okulundaki bu felsefi eksenlerin tespit edilmesinde bize İskenderiye Okulu önemli ölçüde yön verecektir. Kanaatimizce, Harran Okulu, kendi nev’i şahsına münhasır karakteristiklere sahip olmakla birlikte esası itibarıyla İskenderiye Okulunun Mezopotamya’daki bir versiyonudur. Buna göre Yeni Eflatunculuğun İskenderiye Okulunda mayalandığını ve geliştiğini biliyoruz. Şu halde Haran Okulunun temelinde de Yeni Eflatunculuk önemli bir yer işgal etmektedir. Nitekim Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, Harran Okulunun Yeni Eflatunculuğunun İslam’a geçişinin köprüsü olduğunu ifade etmektedir.

Yeni Eflatunculuk
Helenistik felsefenin dini döneminde doğan Yeni Eflatunculuk, Ammonios Sakkas’ın öğrencisi olan Plotinos tarafından Eflatun’un görüşleri bazında sistemleştirildi. Plotinos’un öğretisinde Aristo ve Stoa’nın da etkisi vardır. Likopolis’li Plotinos, 244 yılında Mısır’dan Doğu Roma’ya giderek orada 25 yıl felsefe okuttu. Ölümünden (270) sonra, öğrencisi Porphyrios (232-304), hocasının geride bırakmış olduğu yazmaları kitaplaştırdı ve Yeni Eflatunculuğu daha da geliştirdi. Porphyros’un öğrencisi Suriye’li İamblikhos (öl:333), Plotinos’un felsefesini politeizmin teolojisine temel yapmak istedi. İamblikhos’un öğrencisi İmparator Wulianus Apostata (322-363), giderek yayılan Hıristiyanlığa karşı Yeni Eflatunculuğa dayanarak Roma’nın politeist dinini korumaya çalıştı. Atina Okulundan İstanbullu Proklas da, ( 410-485) politeist son Yeni Eflatuncular olarak bilinen filozoflar arasında sayılır. Doğu Roma İmparatoru Justinianus, 529 yılında Atina Okulunu politeizme destek olan Yeni Eflatuncu tutumundan dolayı kapattığında buradaki hocalar İskenderiye ve Mezopotamya’daki diğer hellenistik okullara dağılarak buralarda Hıristiyanlaşmış Yunan Felsefesinin temelini attılar. Böylece, antikçağdan ortaçağa geçiş sürecinde, Hıristiyan Eflatunculuğu ortaya çıkmıştır. Doğal olarak Harran Okulu, bütün bu süreçlerden etki aldı. Nitekim Harran Okulu’nun hocaları arasında pagan, sabii, Hıristiyan ve Müslümanlar vardır. Ancak Harran Okulunun dominant karakteri Yeni Eflatuncu olmasıdır. Bu okuldaki ilk politesitler, Yeni Eflatunculuğu politeizme mesnet kılarken, İmparator Justinianus’un Atina Okulunu kapatmasından sonra Harran’a gelen düşünürler bu defa Yeni Eflatunculuğu Hıristiyanlığa dayanak kılmaya çalışmışlardır. İslam fetihlerinden sonra da Harran, Yeni Eflatunculuğun İslam dünyasına intikalinin önemli bir kavşak noktası olacak, bu defa da Yeni Eflatunculuğun İslam düşüncesine dayanak yapılacağı bir yeni safha başlayacaktır.

Fisagorculuk
Harran Okulu, aynı zamanda Fisagorculuğun da İslam düşüncesine intikalinde rol oynamıştır. Bu akım, Aristo öncesi ilk doğa filozoflarından olan Fisagor’a (580-500) dayandırılan felsefi akımdır. Fisagorcular, sayıları bütün varlığın ilkeleri (arkhé) yapmışlardır. Belli bir sayı, belli nitelikleri ile adalet, bir başka sayı ruhtur. Adeta bir sayı mistisizmine kayarak, her şeye karşılık bir sayı bulmuşlar; astronomide büyük başarılar elde etmişlerdir. Harranlılar da kadim zamanlardan beri sabii idiler ve bu dinleri gereği astronomi ile iç içe idiler. Babil-Mezopotamya kültür ortamının astronomi konusunda antik Yunan Felsefesine ilham kaynağı olduğunu burada bir kez daha hatırlamalıyız. Harran Okulu’nun İslami dönemdeki önde gelen düşünürü Sabit b. Kurra’nın matematik ve astronomideki derinliği de hatırlanırsa, Harran Okulunun Fisagorcu tarafı daha rahat anlaşılır. Harran muhitinde Gnostizmin etkili olması faktörü ile Fisagorculuğun sayı mistisizmi faktörü de benzeşmektedir. Nitekim Fisagorculuk zamanla Yeni Eflatunculuğa karışmıştır.

Gnostizm
Harran’ın da içinde yer aldığı el-Cezire bölgesindeki Hellenistik Okul havzaları, Gnostizmin merkezi durumunda idi. İslam kaynaklarında Deysaniyye adı verilen Gnostikler, kendilerinin yüksek hikmete (gnos) sahip olduklarını ileri sürmüşlerdir. Urfa’lı Berdesan Gnostiklerin en büyüklerindendir. İrfaniyye olarak da bilinen Gnostikler, bilinmeyeni bilme iddiasındadırlar. Gnosis sözcüğü, Yunanca da ruhsal sırlar bilgisi anlamına gelmektedir. Bu bilgiyi herkes edinemez; ancak bazı kişiler anlık bir aydınlanma ile, birdenbire edinirler. Gnostizm, Mistisizm, Sezgicilik ve Yeni Eflatunculuk iç içedir.

Hermetizm
Harranlılar veya IX ve X. yüzyıldaki adlarıyla Sabiler, hikmetlerini Hermes’e bağlamaktaydılar. Bu sebeple Harranlılara Hermetikler de denilmiştir. Harranlı Sabiilerin ünlü bilgini Sabit b. Kurra, Hermes’in “Kitabu’n-Nevamis”ini Süryanice’den Arapça’ya çevirmiştir. İkinci Hermes’in Babil-Mezopotamya kültür havzasından, üçüncü Hermesin de Eski Mısırdan çıktığı rivayet edilir. Hermetizm’in Harran’daki bu derin köklerinin, bu muhitte zamanla Gnostizmin yaygınlaşmasına zemin oluşturmuş olduğu kanaatindeyiz. Hermetizm ile Gnostizm arasındaki yakın ilişki bu yöndeki kanaatimizi güçlendirmektedir. Hermesçilk, Mistisizm ile Panteizme de kaynaklık teşkil etmiştir.

Harran Okunun Ana Görüşlerinin Tefsir Müdevvatındaki İzdüşümleri
Tebliğimizin bu üçüncü ve son safhasında Harran Okulunun ana görüşleri olarak belirlemiş olduğumuz görüşlerin Tefsir müellefatındaki yansımalarını inceleyeceğiz.
Hilmi Ziya Ülken, İslam düşüncesinin en önemli fikir kaynağının Yunan Felsefesi olduğunu, fakat bu tesirin doğrudan değil, Hellenistik felsefe kanalıyla meydana geldiğini ifade eder. Hellenistik felsefenin önemli okullarından biri olan Harran’ın, Yeni Eflatunculuk ve Fisagorculuğun İslam dünyasına geçişinde köprü rolü oynadığını yukarıda da nakletmiştik. Harran Okulunun bir bütün olarak İslam düşüncesi üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. H. Ziya Ülken, Abbasiler devrinde Süryanca’dan Arapça’ya yüzyıldan fazla devam eden tercüme hareketlerinin, yalnız felsefe cereyanlarının doğmasına değil, Kelam, Fıkıh ve Tassavvuf hareketlerinin gelişmesine etki ettiğini ifade eder. Ülken, her ne kadar burada Tefsirden söz etmiyorsa da, Abbasiler devrindeki bu tercüme hareketlerinin ortaya çıkardığı felsefi görüşlerin Tefsire de yansıdığını biz biliyoruz. Nitekim Tefsir Üsulü yazarları, bu etkiden söz etmektedirler.
Ünlü oryantalist Ignaz Goldziher, “İslam Tefsir Ekolleri” adlı eserinin dördüncü bölümünü Tasavvufi Tefsir Ekollerine ayırmıştır. Goldziher bu bölümde, Hellenizmin, Yeni Eflatunculuğun, Hermetizmin, Gnostizmin, İskenderiye Okulu ve Filon’un Tefsir ilmine etkisini konu edinir. Kuşkusuz Harran, Goldziher’in Tefsir ilmine etki ettiğini belirttiği bütün bu akımların neşvünema bulduğu en önemli bir Hellenistik merkezdir. Bu dolayımda Harran’ın da diğer Hellenistik okullar gibi Tefsir ilmine etkisinden bahsedebiliriz.
Antik çağ Yunan Felsefesinin Tefsir ilmine etkisinden söz eden bir başka Batılı yazar da Pierre Lory’dir. Ona göre, kutsal metinlerin vecde duyarlı tefsir ve yorumlanışı, ne sufi harekete, ne de genel olarak İslam’a hastır. Bu anlayışın ilk büyük temsilcisi olarak kabul edilen kişi, İskenderiye’li Filon’dur. (M.Ö:25-M.S:50) Büyük bir Yahudi bilgini olan Filon, Musa Peygamber ile Eflatun’u özdeşleştirmiş, Tevratın allegorik yorumunu geliştirmek suretiyle Tevrat ile Yunan Felsefesini özdeşleştirme ameliyesini temellendirmişti. Esasen antik çağ sonundaki felsefede bu “yorumlayıcı yönteme” sık rastlanır. Bu yöntemde doğa ile kitaplar (kutsal kitaplar ve felsefe kitapları) özdeş olarak işlenir. Böylece doğa, Tanrı’nın kitabı, “aşkın olan”ın simgesi olur; kitaplarla mitoslar gizli gerçeğin belgeleri yapılır. Daha önce sofistlerin ve Stoa Okulu’nun kullandığı bu yöntemi, ilk defa sistemleştiren ve geliştiren Filon olmuştur. Lory’e göre, Filon’un bu metodu, ilk asır Hıristiyan ilahiyatçıları nezdinde geniş bir şekilde şöhret bulmuş ve gelişmiştir. Nitekim Hıristiyan filozofları, tanrısal logos’un İsa’da insan biçiminde göründüğünü açıklarken, Filon’un yöntemini kullanmışlardır. İskenderiye’de ortaya çıkan, kutsal metinlerin vecde dayalı tefsir biçiminin Yahudilik ve Hıristiyanlıktan sonra İslam’da da tekrarlandığını görüyoruz.
Novembar 4, 2008 u 12:17 poslije podne
#
Ali Kur’an’ın bizzat kendisi, akletmeme ile iman etmemenin sonucunu “rics” (pislik) olarak ifade etmek suretiyle akıl ve imanı eş değerde tutmuş; akletme, tefekkür, tezekkür ve tedebbür gibi kavramlara sık sık yer vermiştir. Bu, Kur’an’ın düşünme ve akla verdiği önemi gösterir. Kur’an’ın akletmeye verdiği bu özel itinanın sonradan giderek Tefsir geleneğinde de bedenleştiğini ve bunun sonucunda Dirayet/Re’y Tefsirinin doğduğunu görürüz.
İslam’ın erken dönemlerinde Tefsir ilimi giderek Hadis ilminden bağımsızlaşarak kendi başına bir sistem haline gelirken, tefsir kelimesi yerine yavaş yavaş te’vil kelimesinin de kullanılmaya başlandığını görürüz. Tefsir kelimesinin anlam içeriğini daha da genişleten te’vil kavramı ile birlikte Tefsir disiplini giderek dışa açılmakta ve rivayetten dirayete doğru bir hareketlilik gözlenmekteydi.
Rivayet geleneği (Me’sur Tefsir) üzerine bedenleşen Tefsir disiplininin; rivayet taraftarları ile re’y taraftarları arasında uzun münakaşalardan sonra re’y ve dirayete doğru yol aldığını biliyoruz. Tefsir, rivayetten, re’y ve dirayet sürecine geçerken, genişleyen İslam topraklarındaki yeni fikir akımlarını da içine alacak şekilde genişledi. Bilhassa Abbasiler dönemindeki tercüme hareketleri bu etkilerin içinde başat bir rol oynadı. Mu’tezilenin aklın mutlak sultasına dayalı tefsir anlayışı da Dirayet/Re’y Tefsirine hız vermiş buna paralel olarak İslam düşüncesi daha da dışa açılmıştır. Dirayet Tefsirinin gelişmesi, klasik Yunan düşüncesinin Tefsir kaynaklarına nüfuz etmesini kolaylaştırmış; bu da giderek Felsefi Tefsir ve Tassvvufi Tefsir geleneklerinin açığa çıkmasına yol açmıştır.
Tefsir Üsulü yazarlarından Muhammed Huseyn ez-Zehebi de, “et-Tefsir ve’l-Mufessirun” adlı eserinde, “Filozofların Tefsiri” başlığı altında, “Eflatuncu Tefsir” (Tefsiren Eflatuniyyen) kavramını kullanarak bu nevi tefsire örnekler verir. ez-Zehebi’nin verdiği bilgilerden anlaşılacağı üzere, antik Yunan düşüncesinin ve Hellenizmin Tefsir ilmine etkisi sadece Tasavvufi/İşari Tefsir geleneğinden ibaret kalmamış, başlı başına bir Felsefi Tefsir geleneği de doğmuştur. Ne var ki, Tasavvufi/İşari Tefsir geleneğine uygun olarak Kur’an’ı baştan sona yani Fatiha suresinden Nass suresine kadar tefsir eden müstakil Tefsir kitapları yazılmış olmasına rağmen, aynı minval üzere baştan sona Felsefi Tefsir geleneğinde bir tesir kitabı yazılmamıştır. İsmail Cerrahoğlu, Felsefi Tefsirleri ele alırken, felsefecilerin Kur’an’ın tümünü tefsir etmediklerini, ama bazı ayetlerini felsefi görüşler açısından tefsir ettiklerini belirterek, bu nevi tefsirlere İhvan-ı Safa’dan, Farabi’den ve İbni Sina’dan örnekler verir. Sufi Tefsirin aşırı biçimi olan Batıni tefsirler de Yunan Felsefesinin önemli izlerini taşır. Tefsir müdevvenatında klasik Yunan düşüncesinden tevarüs eden görüşlerin Tefsire çoğunlukla dirayet menfezinden girdiği anlaşılmaktadır.
Başlangıçta Kur’an ayetleri, isnadı Hz. Muhammed’e ve ashabın ileri gelen alimlerine dayandırılan rivayetlerle açıklanmaya çalışılıyordu. Ancak zamanla Kur’an tefsirinde sadece bu rivayetlerin kafi gelmediği görüldüğünden dirayet ve re’y ile tefsir etme ihtiyacı doğdu. Bir çok şiddetli tartışmalardan sonra, ancak çeşitli kayıt ve sınırlamalar altında kabul gören Dirayet Tefsiri giderek gelişimini tamamladı. Dirayet Tefsir geleneği, dışa açılan bir kapı işlevi gördü. Zamanla bu tefsirler, gelişen, ilim, fen, fikir ve ortaya çıkan mezheplere göre çeşitlilik gösterdi.
Dirayet/Re’y Tefsiri, kendisinden sonra gelişecek olan felsefi, sufi, batıni, i’tizali tefsirlere hatta günümüzdeki modernist ve bilimsel tefsirlere kapı aralamış olmak bakımından bizi burada ilgilendirmektedir. Bu sempozyumumuz açısından ifade edebiliriz ki, zamanında Dirayet/Re’y Tefsiri kapısı açılmamış olsaydı, Harran Okulunun temsil ettiği görüşlerin Tefsir müdevvenatına yansıması gerçekleşemeyecekti.
Erken dönemlerde Rivayet Tefsirinin en önemli ilk eserini veren Taberi dahi, bazı konularda re’ye başvurmaktan kendini alamamıştı. Nitekim Taberi, Allah’ın arş üzerinde oturmasını te’vil etmiş, bu sebeple de Hanbelilerin yoğun tepkilerine maruz kalmıştı. Tefsirde re’yci te’vil geleneğinin ilk ismi, İbn Abbas’ın en güvenilir öğrencisi Mücahid’dir.
Dirayet Tefsirinin en önemlilerinden biri olan Fahreddin er-Razi’nin (606/1209) Mefatih’ul-Gayb adlı tefsiri, ahlak, felsefe ve astronomi konularını büyük bir vukufla ele aldığı gibi, bir kısım tasavvufi beyanlara da yer vermiştir. Razi’nin bu tefsiri, daha sonraki Dirayet Tefsirleri üzerinde çok önemli bir etki bırakmıştır. Binaenaleyh daha sonraki bir çok Dirayet Tefsirinde felsefi izahlara rastlamak kabildir.
Kanaatimizce Dirayet/Re’y Tefsirinin açtığı menfez zamanla Mutezlili bilginlerce daha da açılmış ve bu menfez giderek genişlemek suretiyle klasik Yunan düşüncesinin Tefsir ilmine nüfuz etmesine imkan tanımıştır. Yunan düşüncesinden etki alan tefsir akımları şunlardır:

Felsefi Tefsirler
Abbasiler devrindeki tercüme faaliyetlerinin, tam bir orijinalliğe sahip olmasa da, kendisine has bazı özelikleri olan bir İslam felsefesi vücuda getirdiği kabul edilir. Bu tercüme hareketlerinde Harran sabiilerinin önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. İslam’ın ilk asrının sonlarında veya ikinci asırdan itibaren gelişmeye başlamış olan kelam mektepleri bu tercüme faaliyetlerinden sonra felsefeleşmeye yönelmiş, dağınık vaziyetteki tasavvuf hareketi sistemleşmeye başlamış ve İslam felsefesi içinde giderek belirgenleşen iki ana akım ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri, ağırlıklı olarak Aristoculuğun etki alanındaki meşşailer, ikincisi de buna tepki olarak doğan ve Eflatunculuğun etkisindeki işrakiler idi. Felsefi Tefsir hareketinin iki önemli ismi olan Farabi ve İbni Sina’da mantık sahasında Aristoculuğun/meşşailiğin etkisi daha fazla ise de, metafizik, siyaset ve ahlak alanlarında daha çok Eflatunculuk ve Yeni Eflatunculuk akımının etkisindedirler.
Tefsir Usülü ve Tefsir Tarihi kitapları, Felsefi Tefsir akımı içinde iki isimden söz ederler. Bunlar Farabi (870/950) ve İbni Sina (980/1037) dır. Bu iki filozof arasında gelişen İhvan-ı Safa akımı da Kur’an ayetlerini felsefi yöntemlerle tefsir etmiştir.
Tefsir Usülcüleri, bir bütün olarak Felsefi Tefsirleri çoğu zaman olumsuzlamış; Kur’an’ın dışına çıkmakla eleştirmişlerdir. Buna rağmen Felsefi Tefsir olgusu varolagelmiştir.

Farabi’nin Kur’an Ayetlerini Tefsiri
Bir süre Harran’da Yuhanna b. Haylan’dan ders alan Farabi’nin müstakil bir tefsir kitabı yoktur. Ancak onun dağınık olarak bulunan 120’ye varan eserlerinde yer yer bazı Kur’an ayetlerini tefsir ettiği görülür.
Farabi, Fusus’ul-Hikem adlı eserinde, Hadid suresinin 3. ayetindeki “O evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır..” ayetini, Eflatun’un felsefesindeki alemin kıdemiyeti düşüncesi ile açıklarken şöyle der:
“Kuşkusuz O (Allah) evveldir. Şu cihetle ki, O, ondandır. Kendi dışındaki bütün varlıklar ondan sudur etmiştir. (…) ”
Farabi’nin bu ve benzeri görüşleri ilerde tasavvufçulara da ilham kaynağı olacaktır. Nitekim onun Muhyiddin Arabi üzerinde etkili olduğu belirtilmiştir. Farabi, mezkur eserinde “vahiy” ve “melek” hakkındaki izahlarını serd eder. Ona göre dinin sembolik bir vasfı vardır. Peygemberlik, aklın “kudsi kuvve” derecesine yükselmesinden hasıl olan kazanılmış bir melekedir. Peygamberlerin görevi, sırf makullere ait olan hakikatleri, onları kavrayamayacak cahil halka sembollerle anlatmaktır. Kur’andaki cennet, cehennem, böylesi sembollerdir. Farabi, Kur’anı aklileştirebilmek için, orada görülen, arş, kürsi, levh, kalem, ahiret, haşr gibi bir çok tabirleri kendi sistemine göre te’vil eder.
Müstakil bir tefsir kitabı yazmasa da, Farabi’nin eserlerinde serpişik vaziyette yer alan Kur’an ayetleri hakkındaki bazı tefsirler, giderek bir sisteme oturacak olan Felsefi Tefsirin en önemli ilk dayanağı olmuştur. İlk defa Farabi’de rastladığımız felsefi tefsir yöntemi, aslında sadece Felsefi Tefsirin sınırlarını aşarak daha sonra gelişecek olan Sufi/İşari Tefsirin de nüvelerini oluşturacaktır. Farabi’nin bir süre Haran’da eğitim gördüğü de göz önünde tutulursa, onun başlattığı Felsefi Tefsir kıvılcımının bir yanda da Harran’a dayandığı daha rahat anlaşılır, kanaatindeyiz.

İhvan-ı Safa Tefsiri
Farabi’nin açtığı Felsefi Tefsir çığırı İhvan-ı Safa ile devam etmiş ve giderek genişlemiştir. İhvan-ı Safa, cenneti, gökteki felekler alemi; cehennemi de, ayın altındaki felek yani dünya şeklinde açıklamıştır. Buna göre, cennete (gökler alemine) ancak kesif olan cüsseden ayrılarak ulaşılabilir. Cesetle veya cismani zinetle çıkanlara göklerin kapıları açılmaz ve onlar cennete (gökler alemine) çıkamazlar; ay tabakasının altında yani dünyada kalır; kevnden fesada, fesattan kevne gidip gelirler. Bunu, Nisa Suresinin 56. ayetinde geçen “derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara yeni deri vereceğiz” ve Nebe’ suresinin 23. ayetinde geçen “Orada (cehennemde) asırlarca kalıcıdırlar) ifadesi ile açıklarlar. Onlara göre, Nebe’ suresinin 24. ayetindeki “Orada ne bir serinlik ne de içecek bir şey tadarlar” ayetini şöyle açıklarlar: Orada ‘revh’ ve ‘reyhan’ olan ruhlar aleminin serinliğini tatmazlar ve Kur’an’da zikredilen bahçelerin serin içeceklerinin lezzetine varamazlar. Bu izahı aynı zamanda A’raf suresinin 50. ayetindeki şu ifadelerle pekiştirirler: “Ateş halkı, cennet halkına: “Suyunuzdan veya Allah’ın size verdiği rızktan biraz da bizim üzerimize akıtın” diye seslenirler. Onlar da derler ki, ki “Allah bu ikisini kafirlere haram etmiştir.” İhvan-ı Safa, “Cennet semada, cehennem de yerdedir” şeklinde rivayet edilen bir hadisi de delil getirmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, İhvan-ı Safa, Kur’an’ı, yeri geldiğinde Sünnet ile tefsir etme yöntemine de başvurmuştur. Ancak ayetleri te’vil ettikleri gibi, hadisleri de te’vil ederek ve kendi sistem çeperlerine aldıktan sonra, yani kendi felsefelerine uyumlu hale getirdikten sonra kullanırlar.
Botrus el-Bostani, Farabi ve İbni Sina gibi, İhvan-ı Safa’nın da din ile felsefeyi uzlaştırma amacında olduklarını ifade eder. Ancak Farabi ve İbni Sina bunu yaparken Kur’an’ın getirdiği din ile felsefeyi birleşik bir hakikat olarak görmüş ve ikisi arasında ihtilafın sahih olmadığı kavrayışından hareket etmişlerdir. Fakat İhvan-ı Safa, din ile felsefeyi uzlaştırırken salt İslam dinini esas almaktan öte, İslam’ı diğer din ve akidelerle mezc etmişler ve kendi mezheplerinin diğer tüm mezhepleri kuşattığını varsaymışlardır. Böylece İhvan-ı Safa, adeta bütün dinlere üstün gelecek bir akli din oluşturmak istemiştir.

Novembar 4, 2008 u 12:18 poslije podne
#
Ali İhvan-ı Safa risalelerinde bir çok ayet sembolik tefsir yöntemi ile yorumlanmıştır. Onlara göre Melekler, gökteki yıldızlardır. Nasıl ki yerdeki krallar Allah’ın yerdeki halifeleri ise, Melekler de Allah’ın gökteki halifeleridir. İhvan-ı Safa, Fatır suresinin 10. ayetinde geçen, “Güzel sözler ona tırmanır; salih ameller de ona yükselir” ayetini delil getirerek, mü’min ruhların cesetlerinden ayrıldıktan sonra gök melekutuna yükselerek meleklere karışacağını ve ruh’ul kuds ile yaşayacaklarını, (…) fezada yüzeceklerini, söyler.
İhvan-ı Safa, Meryem suresinin 57. ayetine dayanarak üçüncü Hermes olarak nitelediği İdris peygamberin göğe çıktığını ileri sürmüştür.
İhvan-ı Safa’nın Kur’an ayetlerini sembolik/felsefi izahlarla tefsir ettiğine dair örneklere İhvan-ı Safa risalelerinde sıkça rastlanır. Kanaatimizce İhvan-ı Safa’nın oluşumunda Harran Okulunun çeşitli felsefi akımları, bilhassa Harran Gnostisizmi etkili olmuştur. Farabi’de gördüğümüz alemin kıdemiyyeti esası üzerine Kur’an ayetlerini tefsir etme geleneği İhvan-ı Safa’da da görülmektedir. Gnostisizmin özü itibarıyla özdekçi olduğu bilinmektedir.

İbni Sina’nın Tefsir Çalışmaları
Tefsirle en çok ilgisi tespit edilen İslam filozofu İbni Sina’dır. İbni Sina Kur’an’ı baştan sona tefsir etmemiş, ancak sure tefsiri mahiyetinde küçük Tefsir risaleleri yazmıştır. İbni Sina’nın Tefsire ilişkin eserleri şunlardır:
Tefsiru Suret’il-İhlas
Tefsiru Suret’il-Felak
Tefsiru Suret’in-Nas.
İbni Sina’nın Tefsire ait bu üç eseri de basılmış ve Türkçe’ye tercüme edilmiştir. İbni Sina’nın diğer kitaplarında da zaman zaman Kur’an ayetlerini tefsir ettiği görülür.
İbni Sina, kendisinden önceki Farabi ve İhvan-ı Safa’yı tamamlamış; selefleri olan Farabi ve İhvan-ı Safa gibi, Kur’an’ı sembollerden ibaret görmüştür. Ona göre Kur’an, Peygamberin, umum insanların kavrayışına indirgediği sembollerden başka bir şey değildir. Bunu yapmak peygambere şart koşulmuştur. İbni Sina bu açıklamalarını Eflatun’a, Fisagor’a ve Sokrat’a dayandırmaktadır. İbni Sina, peygamberlere filozoflardan daha fazla değer atfederek Farabi’den ayrılmasına rağmen, vahiy olgusunu hiçbir zaman Cebrail ile konuşma olarak telakki etmez; peygamberliği ve vahyi, selefi Farabi gibi, “kudsi kuvve” kavramı ile açıklar.
Hakka suresinin 17. ayetinde geçen “O gün Rabbi’nin tahtını, üstlerinde sekiz (melek) taşımaktadır.” ifadeleri tefsir ederken, “arş” kavramını dokuzuncu gök tabakası olarak, “melek” kavramını da sekiz gök tabakası şeklinde açıklar. İbni Sina bu açıklamalarını yaparken Aristo’dan da nakil yapar. Nitekim İbni Sina, İslam felsefesinde Yeni Eflatunculuktan Aristoculuğa geçişi temsil eder. İbni Sina’nın Aristoculuğu öne çıkarması ile yükselişe geçen skolastik felsefe, Arapça’dan yapılan çeviriler üzerinden Batıda Aristotelism akımını başlatmıştır. Aristotelism akımı orta çağ skolastiğinden sonra giderek Renesans düşüncesini de etkilemiştir.
Bir bütün olarak Felsefi Tefsiler, ilk çağ Yunan Felsefesinin ve bu sempozyumumuz açısından belirtmek gerekirse Harran okulunda gelişen felsefi görüşlerin Kur’an ayetlerine uygulandığı tefsir tarzıdır.

Tasavvufi Tefsirler
Haran Okulunun ana görüşlerinin başında gelen Yeni Eflatunculuğun en çok yansıdığı tefsir ekolü Tasavvufi Tefsirdir. Bilindiği üzere, tasavvufun ameli ve nazari olmak üzere iki yönü vardır. Bunun bir sonucu olarak da Tasavvufi Tefsirler, işari ve nazari olmak üzere ikiye ayrılır.

İşari Tefsirler
İşari Tefsir, sülük ehline açılan ve zahir mana ile bağdaştırılması mümkün olan bir takım gizli anlamlara ve işaretlere göre Kur’anı tefsir etmektir. Bu tefsir tarzının, mutasavvufun subjektif kanaatlerine değil, riyazet ile ulaştığı makama göre kalbine doğan ilham ve işaretlere dayandığı ifade edilir. İşari Tefsir, ameli tasavvuf ekseninde gelişmiştir.
Tefsir üsulü geleneğinde, Nazari Tefsir pek hoş karşılanmamasına karşın, İşari Tefsir, bir dizi kayıt ve şart altına alındıktan sonra kabul görmüştür. “İşari Tefsir Okulu” adlı eserin yazarı Süleyman Ateş, eserinin girişinde, batın mananın doğru kabul edilmesi için dört şart gerekli olduğunu belirtir: 1) Batın mananın zahir manaya aykırı olmaması. 2) Başka bir yerde bu mananın doğruluğuna delil bulunması. 3) Bu manaya şer’i ve akli bir muarızın bulunmamsı. 4) Batın mananın, tek mana olduğu ileri sürülmemesi. Ateş, bu şartları taşıyan ve taşımayan tefsir örnekleri serd eder. Bu ve benzeri şartlar diğer Tefsir Usulü yazarlarınca da İşari Tefsirin kabul şartları olarak sunulur.
Sünni ulema, batini manaları büsbütün dışlamamış, ama olabildiğince dar şartlara bağlayarak, İşari Tefsire imkan tanımıştır. Ehl-i Sünnet bilginleri, Kur’an’ın zahir manası altında batıni bir takım manaların bulunduğunu kabul etmiştir. Gazali’nin haşvi adıyla tanımladığı bir grup, Kur’an’ın zahir manalarından başka manaları bulunmadığını ileri sürmüştür. Harran’lı İbni Teymiyye ise, bunlara yakın bir yol tutmuşsa da büsbütün batın manayı tamamen terk etmemiş, sufilerin “işaret” dediğini, fakihlerin “kıyas”ına benzeterek, doğru da, yanlış da olabileceğini ifade etmiştir. İbni Teyimiyye, bir hayli daraltarak batın anlama cevaz vermektedir. Süleyman Ateş, İbn Teymiyye’nin bu tutumunu “gerçeğin ta kendisi” olarak niteler.
Sünni ulemanın dar da olsa açmış olduğu bu menfezden gelişen İşari Tefsir akımı, gelişimini tamamlamış ve bir çok İşari Tefsir yazılmıştır. Belli başlı İşari Tefsirler şunlardır:
1. Sehl b. Abdillah et-Tüsteri: Tefsiru’l-Kur’an’il-Azim.
2. Muhamed b. Huseyn es-Sülemi: Hakakiku’t-Tefsir.
3. Ebu Muhammed b. Eb’un-Nasr eş-Şirazi: Araisu’l-Beyan fi Hakaiki’l-Kur’an.
4. Necmuddin Daye: et-Te’vilatu’n-Necmiyye.
5. Muhyiddin İbni Arabiye nisbet edilen Qaşani tefsiri. (Abdurrezzak Kemaluddin İbn Eb’il-Ğanaim el-Qaşani: Te’vilat’ul-Kur’an)
Şihab’ud-Din es-Seyyid Mahnmud el-Alusi, Ruh’ul-Meani
Bir bütün olarak İşari Tefsirlere hakim olan sembolizmin kökenine inildiğinde, bunun Yeni Eflatunculukla ve Harran Okulu ile ilişkili olduğunu görmek kabildir. İşari Tefsirler, İslam alimleri tarafından genel bir kabule mahzar olmuştur. Bu nedenle de gelişimini tamamlamış; fatihadan başlayıp nas suresinde biten kamil manada bir çok İşari Tefsir yazılmıştır. Kanaatimizce İşari Tefsir, Yeni Eflatunculuğun dar şartlarda sünni versiyona uyarlanarak Tefsirde bedenleşmesidir.

Nazari Tasavvufi Tefsir
Kur’an’ı Kerim’in bir takım nazariye ve felsefi görüşlere uygun düşecek biçimde tefsir edilmesidir. Filozof mutasavvıf, felsefi fikirlerini Kur’an’a dayandırmaya çalışır; Kur’an’ın amacıyla kendi amacı çakıştığında Kur’an’ı kendi amacına göre te’vil eder ve Kur’anı kendi görüşüne hizmet ettirir. Başından sonuna kadar Kur’an’ı tefsir eden böyle bir Tefsir yoktur. Tefsir usulcüleri felsefeye yakın duran Tasavvufi Tefsirlere karşı soğuk durduklarından olsa gerek, tıpkı Felsefi Tefsirler gibi, Nazari Sufi Tefsir tarzında, fatiha-nas türü baştan sona bir tefsir yazılmamıştır. Ancak mutasavvıf felsefeciler, çeşitli eserlerinde Kur’an ayetlerine ilişkin tefsirler yapmışlardır.
Sözgelimi Muhyiddin İbni Arabi, Taha Suresinin 85-95. ayetlerinde söz konusu edilen, İsrailoğullarının buzağıya tapmalarını, vahdet-i vucud teorisi içinde tefsir ederek meşrulaştırır. Ona göre, insanlar Allah’ın ismi ile neye taparlarsa tapsın, sonuçta Allah’a tapmış olurlar. Bakara Suresinin 7. ayetini açıklarken de, Hz. Muhammedi inkar edenlerin Allah’ın velileri olduğunu ifade eder.
Muhyiddin-i Arabi, Tefsir usulcülerinin makbul görmedikleri bu Nazari Tefsirler yanında, makbul görülen İşari Tefsirler de yapmıştır. Süleyman Ateş, Muhyiddin-i Arabi’nin bu ikinci tür makbul tefsirlerinden de örnekleri sunmaktadır.
Harran Hermetizmi, Gnostisizm, Yeni Eflatunculuk ve Fisagorculuğun Tefsirdeki açık izlerine, Nazari Tefsirlerde de rastlanır. Felsefi Tefsirler gibi, Tasavvufi Tefsirler de Yunan Felsefesinin izini açık biçimde taşırlar.

Batıni Tefsirler
Kur’an’ın zahirini değil, batınını esas alan Batıni/İsmaili akım, Kur’an’ın sembolik yorumunda aşırıya gitmiştir. Sözgelimi eski batınilerde, namaz; imama dua etmek, oruç; zahir ehlinden ilmi saklamak, gusül; ahdi yenilemek, hac; ilmi talep etmek, şeytan; zahir ehli anlamlarına gelmektedir. Batınilik akımının günümüzdeki uzantıları olan Babilik ve Bahailik akımları da Kur’an yorumlarında kendi mezhebi eğilimlerini sergilemişlerdir. Mesela, Bahailere göre cennet ve cehennem semboliktir. Cennet, hayatın kemali, cehennem ise, hayatın nakısası anlamınadır.
Hurufilik, Bahailik inancında önemli yer tutar. Bab’a iman eden ilk 18 kişiye “Huruf-u Hayy” denir. Ondokuzuncusu Bab’ın kendisidir. Bu yüzden 19 rakamı kutsaldır. Yıl 19 ay, aylar da 19 gündür. Bahailerde oruç, 19. ay olan A’la ayında 19 gün tutulur. Her 19 günde bir toplantı yaparlar. Kanaatimizce son yıllarda, bir mucize havası içinde güya Kur’an’ın 19 rakamına göre kodlanmış olduğuna dair ortaya atılan teorilerin arka planında da Bahailiğin 19 rakamına verdiği kutsallık yatmaktadır.
Batınilik akımının çağımızdaki bir diğer versiyonu Kadıyani’lerdir. Onlar da Kur’an ayetlerini Filon’un Tevrat için geliştirdiği sembolik yorum metodu ile yorumladılar. Kadiyaniler, Enbiya suresinin 69. ayetinde geçen, “Biz, ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamete ol” ayetindeki “ateş”in, maddi ateş değil, muhalefet ve asabiyet ateşi olduğunu söylerler. Hz. İbrahim, müşriklere ait putları kırıp geçirdiği için kendisine karşı muhalefet ve asabiyet ateşlerini yakmıştı. Fakat bu muhalefet ve asabiyet ateşleri İbrahim peygambere dokunmadı ve ona tesir etmedi, şeklinde açıklarlar.
Hakeza Kadıyaniler, Taha suresinin 20. ayetinde “Bırakınca değnek hemen koşan bir asa oluverdi” ayetinde geçen Asay-ı Musa figüründeki “değneğin canlanması” olayını, Fir’avun zulmünden cansız hale gelmiş olan “kavmin canlanması” olarak izah ederler. Süleyman peygamberin emrinde çalışan cinlerin de gerçekte “iri yarı yabancı” kimseler olduğunu; Cin suresinin ilk iki ayetinde geçen cinlerin de peygambere inanan yabancı kimseler olduğunu söylerler.
Batıni tefsir yöntemi ile Kur’anı baştan sona tefsir eden bir tefsir yazılmamışsa da değişik müellefatta Kur’an ayetlerine ilişkin yapılan Batıni yorumlara serpişik vaziyette rastlamaktayız. Batıni yorumların oluşumunda antik çağ Yunan Felsefesinin, bilhassa Yeni Eflatunculuğun ve bu dolayımda Haran Gnostisizminin ve Hermetizminin etkileri görülür.

Modernist Tefsirler
Antik ve Helenistik dönem Yunan Felsefesinin etki ve izlerini taşıyan bir başka tefsir akımının da Modernist Tefsir akımı olduğunu düşünüyoruz.
Prof. Dr. Said Şimşek, bu ekolün kurucusunun Ahmed Han olduğunu ifade eder. İlk dönemlerinde Şah Veliyullah Dihlevi’nin etkisinde kalan Ahmed Han, giderek onun çizgisinden ayrılarak 19. yüzyıl Avrupa akılcılığının ve tabiat felsefesinin etkisine girmiştir. Mu’tezile ve İslam filozoflarına ait görüşlere de başvurmuştur. Hind İslam Modernistlerinin önde gelen isimi Ahmet Han, Urdu dilinde, Kur’anın 17 cüzünü ihtiva eden bir tefsir kitabı yazmıştır. Ona göre Melek, insandaki sezgisel biliş, sudaki akışkanlık ve taştaki katılık gibi yaratılmış nesnelerin özellikleridir. Kur’an’da geçen “cin” kelimesinin beş yerde “can” ile eşanlamlı olup, şer, hastalık ve diğer olumsuzlukların projeksiyonları olduğunu; diğer yerlerdeki kullanımlarda da Kur’an’ın bu terimi, çöllerde, tepelerde ve ormanlarda yaşayan yabani insanlar için kullanıldığını belirtir.
Hindistan’da ortaya çıkan bu akım, Mısır’ı da etkilemiştir. Nitekim 1930-1931 yılında Mısır’da Muhammed Ebu Zeyd, “el-Hidaye ve’l-İrfan fi-Tefsir’il-Kur’ani b’il-Kurân” adıyla Modernist Tefsir yöntemi ile tek ciltlik bir tefsir yayımlayarak Kur’an’da anlatılan mu’cizeleri te’vil ederek aklileştirmiştir. Ona göre Enbiya suresinin 69. ayetinde geçen, “Biz de ‘Ey ateş, İbrahim’e serin ve esenlik ol” ifadesi, İbrahim peygamberin ateşe düşmekten kurtarılması anlamına gelmektedir.
19. yüzyıl pozitivizminin etkisi ile Kur’an’ı yorumlayan Modernist müfessirlerden biri de Şirak Ali’dir. Ona göre Hz. Süleyman’ın mabedini inşa eden cinler, Ürdün tepelerinde yaşayan ilkel Semitik bir kabiledir.
Hind İslam modernistleri ile Mısır İslam modernistleri arasındaki bir takım farklar varsa da Mısır İslam modernistleri arasında doğan İçtimai Tefsir ekolünün de modernist etkiler taşıdığı bilinmektedir.
Çağımızda beliren Modernist Tefsir ekolünün izi sürdürüldüğünde Renesansa çıkacağı aşikardır. Renesansın klasik Yunan düşüncesi ile ilişkisi de bilinmektedir.

İlmi Tefsirler
Çağımızdaki Tefsir hareketlerinden bir olan ilmi tefsir akımı, Kur’an ibarelerinden ilmi ve felsefi görüşler çıkarmayı esas alan bir tefsir tarzıdır. Bu hareketin ülkemizdeki, temsilcisi Gazi Ahmet Muhtarpaşa (Ö.1918) astronomi ile ilgili yaklaşık yüz ayet toplayarak bu ayetleri Kopernik teorisine göre izah etmiştir. Günümüzde ilmi Tefsir hareketinin en önemli, temsilcisi olan Mısırlı eş-Şeyh Tantavi el-Cevheri (Ö.1940), “el-Cevahir fi Tefsir’il-Kur’an” adlı 25 ciltlik Tefsirinde, Kur’an ayetlerinin tabiat kanunları ile paralelliğini ortaya koymaya çalışmıştır. Cevheri, zaman zaman Eflatun ve İhvan-ı Safa risalelerinden aldığı fikirlerle dini hakikatleri anlatmıştır.
Çağımızda yaygın hale gelmiş olan İlmi Tefsir ekolünün de yukarıda saydığımız ekoller gibi geniş anlamda bilim ve felsefenin etkisinde olduğu, bu sempozyumumuz açısından daraltılacak olursa, klasik Yunan Felsefesinin etki alanında olduğu görülmektedir.

Sonuç
Tekamül süreci Hz. Peygamberden başlayarak asrımıza kadar devam eden Tefsir ilmi, oluşumunun belli safhalarında Hellenistik dünyadan önemli ölçüde etki almıştır. İskenderiye ve İskenderiye’nin izindeki Haran Okulunda mayalanan felsefi cereyanlar, diğer İslami ilimlere nüfuz ettiği gibi Tefsire de nüfuz etmiştir. Tefsir geleneği, bu etki ve nüfuzları kendi sistematiği içinde tölere ederek kendi bünyesine uyarlamaya çalışmışsa da kontrol edemediği bir alan da vücuda gelmiş ve bunun sonucunda Kur’an ayetlerini batini yorumlarla ele alan Tefsir cereyanları ya da Kur’anın amacı dışına sapmakla tenkid edilen Felsefi Tefsir ve Nazari Tefsir biçimleri oluşmuştur. Bilhassa Re’y Tefsirinin doğuşu ile birlikte, Tefsirin Felsefeye ve Felsefi Tasavvufa açılan penceresinden Tefsir ilmine nüfuz eden cereyanlarda Haran Okulunun esintisini duyumsamak her zaman mümkündür

Leia Mais

sabiiler - kavram tefsiri ahmet kalkan

S Â B İ Î L E R





Sâbiî; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’de Sâbiîler

Tevhidin Önemsenmemesinin Sonucu:

Hak Din’den Neye İnanılacağı Bile Belli Olmayan Dine

Sâbiîlerin Ehl-i Kitap Sayılıp Sayılmayacağı

Sâbiîlerin İnanç ve İbâdetleri

Bir Dinin Başına Gelenler; Sâbiîliğin Geçirdiği Evreler

Sâbiî Fırkaları

Bugünkü Sâbiîler (Harranîler ve Mandeenler)



“Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir.” (2/Bakara, 62)



Sâbiî; Anlam ve Mâhiyeti

Sâbiî kelimesi Arapçada bir dinden çıkıp başka bir dine giren kimse anlamındadır. Bunun için müşrikler, Rasulullah (s.a.s.)’ı sâbiî diye isimlendirdikleri olmuştur. Çünkü o, dinlerini reddedip yeni bir dine bağlanmıştır. (1) Buhârî ve Müslim’de Ebû Zer’in müslüman olma kıssası anlatılırken, İlk müslümanlardan beşinci olan Ebû Zer’in Kâbe çevresindeki müşriklere İslâm’a girdiğini haykırıp onları dâvet etmesi üzerine onu öldürmek için üstüne çullanan ve işkence eden müşriklerin “saldırın şu Sâbiî’ye” dedikleri ifade edilmektedir. (2) Bu sözü, lügat anlamında, din değiştiren, müslüman olan kimselere taktıkları ilk ad olarak verdikleri anlaşılmaktadır. İmam Kurtubî’ye göre, Sâbiîler, kitap ehlinden çıkmış olan kimselerin adıdır; çünkü Araplar, câhiliyye devrinde İslâm’a giren kimselere Sâbii oldu derlerdi. (3)

Başka bir görüşe göre sâbiî ismi Ârâmice veya Süryânîce olup yıkanmış, suya daldırılmış anlamına gelir. Çünkü hıristiyanlıkta olduğu gibi sâbiîlikte de suya daldırma (vaftiz) âdeti bulunmaktadır. Yine, sâbiî kelimesi, eski bir dine mensup olan topluluğa verilen isimdir. Kelimenin aslının bu olduğu kabul edilirse, müşriklerin Rasulullah’a sâbiî demelerinin sebebi olarak, onu “Lâ ilâhe illâllah” demekle sâbiîlere benzettikleri sonucu ortaya çıkar. Seyyyid Kutub, Bakara 62. âyeti tefsir ederken şöyle demektedir: Sâbiîlere gelince; onlar, en tercih edilen rivâyete göre bi’setten (Rasulullah’a peygamberlik verilmesinden) önce kavimlerinin puta tapmasından hoşlanmayarak, gönüllerine hitap eden ve samimiyetle bağlanabilecekleri bir itikad arayan Araplardır. Bunlar tevhid dinini kabul etmişlerdi ve ilk haniflerin, yani İbrahim (a.s.)’in dini üzere ibâdet ediyorlardı. Müşrikler, bu kimselere “atalarının dininden dönenler” anlamında sâbiîler adını vermişlerdi. Sonradan müslümanlara sâbiî demelerinin sebebi budur.” (4)

Bazı ilim adamlarının da, peygamberin dâvetinin kendilerine ulaşmadığı kimselere sâbiî dendiğini ileri sürdüklerini belirten İbn Kesir’in tercih ettiği görüş, sâbiîlerin tâbi olup uyguladıkları bir dinlerinin olmadığı yönündedir. Yani, sâbiîler, yahûdi, hıristiyan, mecûsî veya müşrik olmayıp, hiçbir din üzere olmayanlardır. Araplar da bunun için “yeryüzünde bulunan dinlerden dışarı çıkanlar” anlamında ilk müslümanlara “sâbiîler” diyorlardı. (5)

Sâbiîliğe, Mandeizm (Mandaeans –Mandeenler-) de denilir. Günümüzde çok küçük bir topluluk olarak varlıklarını sürdüren Sâbiîler, genellikle güney Irak’ta Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık bölgelerindeki küçük yerleşim merkezlerinde yaşarlar. Zamanımızda Irak’ta 150 bin civarında, Hindistan’da da ondan biraz daha fazla sâbiî olduğu bilinmektedir. Günümüzde sâbiîlerin hiçbir etkinliği kalmamıştır. Dinî inançları, yaşantıları, giyim kuşamlarıyla diğer insanlardan ayrı bir zümre oluşturan sâbiîler, içine kapalı bir cemaat durumundadırlar. Dışarıdan kız alıp vermedikleri gibi, yabancıları da kendi dinlerine kabul etmezler. Onlar, gerek kutsal kitaplarında ve gerekse kendi aralarında kendilerine sâbiî ismi vermezler. Onlar kendilerine Mandeîler (ârifler, bilenler) ya da Nasuralar (kutsal öğretileri koruyup gözetenler) olarak adlandırırlar. Vaftiz gibi bazı özellikleriyle hıristiyanlara, bazı yönleriyle de yahudîlere ve mecûsîlere benzeyen, eski Bâbilliler gibi yıldızlara ve putlara tapma özellikleriyle de müşriklerle beraberlikleri olan Sâbiiliğin, çeşitli inançların karışımı olan bağımsız bir din olarak nitelemek daha doğrudur. Mandeizm de denilen Sâbiîliğin, yahûdilerce sapkınlık sayılan bir yahûdi tarikatı olduğu da ifade edilir. “Mandeizm” kelimesi, İbrânice “göklerin elçisi” anlamını dile getiren Manda Haiye sözcüklerinden gelmektedir.



Kur’ân-ı Kerim’de Sâbiîler

Kur’an’da üç yerde sâbiilerden bahsedilir. Bunlar, Bakara, 62; Mâide, 69 ve Hac, 17. âyetleridir. Kur’an’da sâbiîlerin geçtiği Bakara ve Mâide suresindeki âyetlerde şu vurgulanmaktadır: Önceden bir kimsenin dini ne olursa olsun ve ne kadar günah işlemiş bulunursa bulunsun son Peygamber’e uyup doğru bir şekilde iman eder, bundan sonra da imanın gereğini yaşarsa onun dünya ve âhirette korkacağı hiçbir şey yoktur. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, Sâbiîler, doğru bir şekilde iman eden bir zümre değildir. Çünkü Allah, bu âyetlerde diğer grupları olduğu gibi Sâbiîleri de Allah’a, âhiret gününe iman etmeye ve güzel ameller işlemeye dâvet ediyor. Demek ki Sâbiîler, bu hususlara hakkıyla iman etmemiş bir zümredir. Hac sûresindeki konuyla ilgili âyette ise, kendi bâtıl dinlerini İslâm’ın her konudaki mükemmelliğine rağmen karşılaştırma yapıp hak dini benimseyeceklerine, ihtilaf ve tartışmalar içinde dolanıp duranlara Kıyâmet gününde Allah’ın vereceği hüküm hatırlatılmaktadır.

“Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir.” (2/Bakara, 62)

“İman edenler ile yahûdiler, sâbiîler ve hıristiyanlardan Allah’a ve âhiret gününe iman edip sâlih amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir.” (5/Mâide, 69)

“Mü’min olanlar, yahûdi olanlar, sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve müşrik olanlara gelince, muhakkak ki Allah, bunlar arasında Kıyâmet gününde hükmünü verir. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (22/Hac, 17)

Tevhidin Önemsenmemesinin Sonucu:

Hak Din’den Neye İnanılacağı Bile Belli Olmayan Dine

Kur’ân-ı Kerim’de, yahûdi ve hıristiyanlarla birlikte zikredilen Sâbiîlerin kimler olduğu hakkında yukarıda da belirtildiği gibi, müfessirler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşleri şöyle özetleyebiliriz: Sâbiîler; hıristiyanlar, yahûdiler ve mecûsîler arasında bir topluluk olup, hiçbir dine mensup olmayanlardır. Ehl-i kitap olup Zebur'u okumaktadırlar. Yahûdiler ile mecûsîler arasında bir topluluk olup onların dini yoktur. Sâbiîlik, diğer dinler gibi bir din olup mensupları sadece “Lâ ilâhe illâllah” derler ve hiçbir şekilde ibâdet etmedikleri gibi bir kitapları ve tanıdıkları bir peygamberleri yoktur. Cezîretu’l-Mevsil bölgesinde yaşarlar. Meleklere tapınan bir topluluk olup bir kıbleye yönelerek namaz kılarlar ve Zebur’u okurlar. Irak taraflarında yaşayan bir topluluk olup Yemen’e doğru yönelerek günde beş defa namaz kılarlar. Fahreddin Râzi, bu gibi değişik görüşleri zikrettikten sonra, Sâbiîlerin, yıldızlara tapan bir topluluk olduğu görüşünü doğruya en yakın olarak kabul etmektedir. (6)

Bir rivâyete göre ise Sâbiî, Hanûh olarak isimlendirilen İdris (a.s.)’ın torunu Lamek’in diğer bir adıdır ve sâbiîler, adını ondan almaktadır. İbn Esîr, Nûh (a.s.)’un gönderildiği kavmin sâbiîlerden bir topluluk olduğunu ve onların putlara tapındıklarını kaydetmektedir. Onların inançlarının temeli ruhanî varlıklara ibâdet etmekti. Bu ruhanîler, melekler olup onlar aracılığı ile Allah Teâlâ’ya yaklaşıldığına inanmaktaydılar. Onlar, her şeyi Allah’ın yarattığını ve O’nun güç, kudret sahibi olduğunu kabul ederlerdi. Onlara göre insan, O’nun zâtını kavramaktan âcizdir. Dolayısıyla O’na yaklaşmak ancak ruhânilerin aracılığıyla mümkün olabilir. Bu ruhanîlere ulaşmak ise, onların heykelleri olan yedi gezegenin –ki onlar dünyayı idare ederler- aracılığı gereklidir. Onlardan bir grup, bu gezegenlerin doğup battıklarını, gece gözüküp gündüz kaybolduklarını görüp her zaman bu gezegenlerle irtibat kurabilmek için sürekli gözlerinin önünde duracak olan, onları temsil eden heykellerin/putların zarurî olduğuna kanaat getirdiler. Bu putlarla gezegenlere, onlarla da ruhanîlere ulaşabilecekleri ve ruhanîlerle Allah Teâlâ’ya yakınlık sağlayacakları inancı doğdu. Bu, ilk putperestliğin ortaya çıkışıdır. (7)

Zerdüştlükten önce Farsların, hıristiyanlıktan önce de rumların tâbi olduğu din sâbiilikti. Rumların Sâbiîlerde olduğu gibi, adlarını yedi gezegenden alan yedi tane putları vardı.

Elmalılı’ya göre, Sâbiîliğin esas itibarı ile münzel bir din olması muhtemeldir. Ancak zamanla felsefî ve siyasî etkiler çerçevinde bozulma ve sapmalara uğramış ve gizlilik, bâtınîlik özelliği kazanmıştır. Sâbiîler, ilk sâbiîler ve sonraki sâbiîler olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bu iki ekolün arasında müşterek noktalar kadar, ayrıldıkları bir hayli noktalar da vardır. İlk sâbiîlik, Hindistan, eski Mısır, Suriye ve Keldânîlerin tâbi olduğu ekoldü. Eski Yunan ve Rum dinleri de bu inancın bir yansımasından ibarettir. Sonraki sâbiîler; İsrail, İran, Yunan ve Roma gibi değişik kültürlerin tesiri altında şekillenen süryânî ve Keldânî sâbiîleridir. (8)

Sâbiîler, önceleri el-Cezîre’nin kuzeyinde yayılmış bulunmakta olup merkezleri eski Harran’daydı. Dinî törenlerini süryanice olarak yaparlardı. Abbâsilerden Halife Me’mun onları takibata alarak ortadan kaldırmak istedi. Ancak, düşünce sahasındaki bazı üstün özellikleri daha sonra müsamaha görmelerine sebep olmuştur. 872 yılında meşhur bilgin Sâbit bin Kurrâ, dindaşları ile dinin esasları konusunda mücadeleye giriştiği zaman, cemaatten kovuldu ve Harran’dan ayrıldı. Bağdat’a giderek burada sâbiîliğin başka bir kolunu kurdu. Abbâsî halifelerinden el-Kahır, onlara müslüman olmaları için baskı yaptı. 11. Asırda Bağdat ve Harran’da hâlâ çok sayıda sâbiî bulunmaktaydı. 11. Asrın ortalarına doğru Harran’da sâbiîlik yok olmuştur. Bağdat’ta ise bu asrın sonuna kadar onlara tesadüf olunmakta idi. Sâbiîlerden İslâmî dönemde, ilmî sahada şöhret bulmuş pek çok bilgin yetişmiştir. (9)

İslâmî döneme kadar ulaşmış olan Harran sâbiîleri, dinler tarihiyle uğraşan İslâm âlimlerinin dikkatini çekmiş ve onların inanışları hakkındaki bilgileri derlemeye çalışmışlardır. Harran sâbiîleri, Şit ve İdris (a.s.)’e tâbi olduklarını iddia etmekteydiler. Onlar, her şeyin yaratıcısı ve mutlak hâkimi olarak Allah’ın varlığını kabul ediyorlardı. Sâbiîlere göre insanoğlunun O’nun celâl ve azametine ulaşması mümkün değildir. Bundan dolayı O’na ancak birtakım ruhânî varlıklarla yaklaşılabilir ve ibâdet edilebilir. Ruhanîler, temiz ve aziz varlıklardır. Cevher olarak, cismanî maddelerden daha mukaddestirler. Onlar, mekânda hareket ve zaman içinde değişimden münezzehtirler. Bunlara yaklaşmaya çalışılarak tevekkül edilir. Gördükleri işler açısından ruhanîler, fiilleri var etmede, onları bir bir durumdan başka bir duruma getirmede ve mahlûkatı, olgunluğun kaynağına ulaştırmada birer vâsıtadırlar. Onlar, Allah’tan kuvvet alırlar. Süflî varlıklara feyz akıtırlar.

Yedi gezegen bunların heykelleridir. Her ruhanînin özel bir heykeli ve her heykelin bir yörüngesi vardır. Ruhanînin o heykele nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. Sâbiîler, bu ruhanîlere ilâhlar, heykellere, yani gezegenlere de rabler derler. Onlar bu heykellere ibadet için –ki böylece, rablerin rabbine (Allah) ulaşabileceklerdir- onların özelliklerine göre çeşitli ibadet şekilleri tâyin ettiler. Ancak, bunlardan bir grup, ruhanîlerin heykelleri olan gezegenlerin doğup battıklarını ve gündüzleri gözükmediklerini değerlendirdiğinde onlara yakınlaşmanın ve ibadet ederek yaklaşmanın mümkün olabilmesi için, gözlerinin önünde sürekli olarak dikili duran ve onları temsil eden putlar edindiler. (10)

El-Cezîre bölgesinde yaşayan sâbiîler, yahûdi-hıristiyan karışımı bir dine sahiptiler; bunlar vaftizci Yahya hıristiyanları olarak adlandırılırlar. Kimilerine göre bunlar, bir yahûdi mezhebine mensupturlar ve Hz. İbrahim’in dinine bağlıdırlar. Bunlara mandeîler denilmekteydi. Kur’ân-ı Kerim’de; yahûdilik ve hıristiyanlıktan ayrı olarak zikredilen sâbiîler, el-Cezîre’de yahûdi-hıristiyan karışımı bir dine inanan mandeîler olmalıdır. Çünkü Harran sâbiîleri, müşrik ve putperest bir topluluk olarak ilk sâbiîlik inancına bağlı kalmayı sürdürmüşlerdir. Bunların müslümanlarca, ehl-i kitap sayılmaları için sâbiî adını almış olabilecekleri de muhtemeldir.

El-Kummî tefsirinde, İmam Rızâ’nın sâbiîler hakkında; “onlar, ne mecûsî, ne yahûdi, ne hıristiyan, ne de müslümandırlar. Onlar yıldızlara ve gök cisimlerine taparlar.” der. Sâbiîlik, bir çeşit putperestliktir. Onları diğer puta tapanlardan ayıran, yıldızların ve gezegenlerin sembolü kabul ettikleri putlara tapmalarıdır. Onlara göre, tabiattaki plan ve düzen, feleğin ve gök cisimlerinin eseridir. Bunlar, canlıdır, konuşur, duyduğu ve gördüğüne inanılır. Ruhlara büyük saygı gösterirler. (11)



Sâbiîlerin Ehl-i Kitap Sayılıp Sayılmayacağı

Yahûdi ve hıristiyanların kitap ehli olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur. Kitap ehli olduklarından dolayı kadınları ile evlenmek ve yemeklerini yemek câizdir. Sâbiîlerin ehl-i kitap sayılıp sayılmayacakları ise ihtilâflıdır. Sâbiîlerin bir taraftan müşrik, diğer taraftan da ehl-i kitaba benzer bir görünüm ortaya koymaları, fakihler arasında bunlar hakkında verilecek hüküm konusunda ihtilâfa sebep olmuştur. Bazı fakihler onları müşriklerden saymış ve kestiklerinin yenmeyeceği görüşünü benimsemiş; diğer bazılarıysa, onların ehl-i kitapla aynı muâmeleye tâbi tutulacağını söylemiştir. Es-Süddî: “Onlar kitap ehlinden bir fırkadır” der. İshak bin Raheveyh de bu görüştedir. İbnü’l Münzir şöyle der: “İshak dedi ki: ‘Sâbiîlerin kestiklerini yemekte bir mahzur yoktur. Çünkü onlar da kitap ehlinden bir tâifedir.”

İmam Âzam Ebû Hanife, hıristiyanlıktan doğan sâbiîliği ehl-i kitaptan kabul etmiştir ki, bunlar İncil veya Zebur okurlar; yıldızlara da tapmazlar. Dolayısıyla bunların kestikleri yenir. İmameyn (Ebû Yusuf ve Muhammed) ise sâbiîlerin ehl-i kitap olmadıkları görüşünü benimser. Çünkü onların tespit ettiklerine göre bunlar, yıldızlara taparlar. O bakımdan onlarla evlenmek câiz değildir. El-Halil der ki: Sâbiîler, dinleri hıristiyanlara benzeyen bir topluluktur. Şu kadar var ki, onların kıblesi, güney rüzgârının estiği tarafa doğrudur. Bunlar, kendilerinin Nuh (a.s.)’un dini üzere olduklarını iddia ederler. İbn Abbas, Mücâhid, Hasan ve İbn Ebî Necih ise bunları ehl-i kitap kabul etmez. (12)

Ebû Bekr er Râzî, Ahkâmu’l Kur’an adlı eserinde; “Şu zamandaki sâbiîler olarak bilinen topluluk içinde ehl-i kitap yoktur. Aslında ehl-i kitap olarak isimlendirilen zümre, yahûdi ve hıristiyanlardır. Bunların dışında ehl-i kitap olan bir topluluk yoktur. Âyette de yahûdi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredildiklerine göre onlarla aynı kategoride değillerdir. Onları ehl-i kitap sayan fakihler, mecûsîlerin ehl-i kitap sayılması nokta-i nazarından hareket etmiş olmalılar.” (13)

Görüldüğü gibi ihtilâf, sâbiîlerin puta tapıp tapmadıklarını gözlemleyip tespitle alâkalıdır. Eğer çevrede görülen sâbiîler, bir kutsal kitap kabul edip, tek Allah’a inanıyorlar, tahrif edilmiş de olsa kendilerini bir peygambere nisbet ediyorlarsa, ancak bu şartlarla ehl-i kitap kabul edilebilir. Ancak, yıldızlara tapınan Harran sâbiîlerinin ehl-i kitap olmadıkları hakkında fakihler görüş birliği içerisindedirler.

Bir zümrenin kitap ehlinden olması, onların Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun hareket eden insanlar oldukları anlamını taşımaz. Kur’ân-ı Kerim’de kitap ehli’nin kınandığını biliyoruz. Ancak, kitap ehlinden olan gruplar, bu şemsiyenin altında kalarak İslâm’ın müsâmahasından faydalanmışlardır.



Sâbiîlerin İnanç ve İbâdetleri

Allah İnançları: Sâbiîler, ezelî ve ebedî olan bir Allah’ın varlığına inanmakla birlikte O’nun şânına yakışmayan bazı şeyleri de kendisine izâfe etmişlerdir. Meselâ sâbiî inancına göre Cenâb-ı Allah Hz. Âdem’i kendi sûretinde yaratmıştır. Tanrı, yıldızlarının ruhudur. Sâbiîler, yıldızların adına yeryüzünde yaptıkları heykelleri de Rab’leri olarak kabul ederler ve dünyanın yaratıcısına ulaşmayı imkânsız sayarlar. Onlara göre insanlar bu yaratıcıya ruhanîlerin heykelleri ile yaklaşabilirler.

Görüldüğü gibi sâbiîler bir taraftan ezelî ve ebedî olan bir Allah'a inanırlarken, diğer taraftan O’nun hakkında putperest bir düşünce taşımaktadırlar. Onlar Allah’ı mutlaka görülmesi gereken bir varlık olarak algılamışlar ve bundan dolayı O’nun adına yeryüzünde heykeller dikmişlerdir. Zamanla gerçek Allah’ı unutan sâbiîler, heykellere tapınmağa başlamışlardır.

Peygamber İnançları: Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hermes=Hz. İdris, “Azimûn=Hz. Şit ve Hz. Yahya gibi zevâtı peygamber olarak kabul etmektedirler. Buradan da anlaşılıyor ki sâbiîlik, aslen ilâhî kaynaklı bir din olmasına rağmen, bu sayılan isimlerin dışında hiçbir peygambere inanmadıklarından dolayı, peygamber inançlarının da tevhidî anlayışla ilgisi yoktur. Ayrıca onlar, peygamberlerin diğer insanlar gibi yiyip içtikleri için kendilerine itaat etmeyi gereksiz bulurlar.

Günümüzde öne çıkan yönleri, yıldızları ve gezegenleri kutsal saymaları ve onlara tapmalarıdır. Gök cisimlerine, onlar adına dikilmiş putlara, heykellere adaklar ve kurbanlar sunarlar. Kurban sunma törenini kâhinleri ve büyücüleri yönetir. Bunun sonucunda kâhinlerin, ilâhî makama yakınlaşmayı ve sorulan soruların cevabını bulmayı gerektiren bir bilgiye ulaşacaklarını umarlar.

Kutsal Kitapları: Sâbiîlerin kutsal kitapları hususunda da farklı görüşler vardır. Bazı araştırmacılar onların Zebur okuduklarını ifade etmektedirler. Bununla beraber, en önemli kutsal kitapları el-Kenza’dır. Ellerinde bulunan bu kitaplarını, Hz. Âdem’e dayandırmaktadırlar. Ancak, sâbiîlerin ellerindeki kutsal kitaplar matbû/basılı değildir; hepsi de elle yazılmıştır. Üstelik bu kitapları yazmak ve okumak işini de sadece sâbiîlerin kâhinleri üstlenmektedir. Bu kitaplar, sadece sâbiî âdet ve gelenekleri ile bazı dinî törenlerinden bahsetmektedir. Ellerindeki kitapların vahy ürünü olduklarını söyleyemeyiz. Tamamen sâbiîlerin âdetlerini işleyen bu kitaplar, bugün yahûdilerin Tevrat’a şerh olarak yazdıkları Talmut ve Protokollara benzetilebilir. Zaten bu kitaplar, evrensel bir mesaj olmayıp, bölgesel ve hatta yöresel diyebileceğimiz ve sâbiîlere ait bazı âdetleri ve davranış biçimlerini düzenleyen prensiplerden öte bir şey değildir. Sâbiîler kendi kitaplarını başkalarına göstermezler ve böyle bir işi yapmayı haram kabul ederler.

Melek İnançları: Sâbiîler, melekleri tertemiz varlıklar olarak görürler. Onların inançlarına göre bir insan ne kadar temiz ve dindar olursa olsun, meleklerin seviyesine çıkamaz. Melekler hakkındaki bu görüşleri, onların melekleri ilâhlaştırmasından kaynaklanmış olabilir. İslâm’da ise, bir insan eğer iman edip güzel ameller yaparsa meleklerden bile üstün olabilir. Sâbiî inancına göre arzın yaratılışı tamamlandıktan sonra nur âleminden melekler indirilmiştir. Bunlar, diğer âlemler ile irtibat kurarlar.

Ölüm ve Ötesi ile İlgili İnanışları: Sâbiîler ölümün fenâ bulmak için bir intikal olduğuna inanırlar. Onlara göre ruh bu âlemden çıktıktan sonra başka bir âlem olan nur âlemine ulaşır. Eğer ruh temiz ise ebedî olarak bu nimet âleminde kalır. Eğer ruh kötü ise azaba uğrar.

İbâdetleri: Sâbiîlerin üç vakit farz namazları vardır: İlki, güneş doğarken kılınır ve sekiz rekâttır. İkincisi, güneşin göğü yarılamasından sonra kılınır ve beş rekâttır. Her rekâtında üç secde vardır. Üçüncüsü, gecenin üçüncü saatinde kılınır. Sâbiîlerin namazlarının kıyam, rukû ve secdesiz olarak, sadece toprak üzerinde oturmaktan ibaret olduğu da ifade edilir. Dolayısıyla biz, farklı sâbiî gruplarından bazılarının yalnız oturmak sûretiyle namaz kıldıklarını söyleyebiliriz. Biri gündüzün ikinci saatinde, biri de gündüzün dokuzuncusu saatinde olmak üzere iki de nâfile namaz kılarlar. Temizlenerek ve abdest alarak namaz kılarlar. Temizlenmek için akar suya dalmak şarttır. Burundan gelen kan ve ecnebî/yabancıya dokunmak abdetsi bozar.

İbadetlerini Süryanice veya Mandeice yaparlar. Cenâbet oldukları zaman gusül abdesti alırlar. Sünnet olmazlar; böyle bir emir almadıklarını iddia ederler. Evlilik ve hadlerle ilgili yasalarının büyük çoğunluğu müslümanların bu alanlardaki hükümlerine benzer. Ölülere dokunmayı necâsete bulaşmak olarak değerlendirme gibi uygulamaları da, Tevrat’taki açıklamaları andırmaktadır.

Oruçları: Harran sâbiîlerinin 30 gün oruç tuttukları, bunun yanında Mandeen (Betâyih) sâbiîlerinin ise orucu kendilerine haram kıldıkları bilinmektedir. Onlara göre oruç, Allah’ın helâl kıldığı şeyleri insanın kendisine haram etmesi demektir ki, bu da doğru bir hareket değildir.

Görüldüğü gibi sâbiîlerin bazıları oruç hususunda tamamen materyalist bir düşünceye sahiptir. Namaz konusundaki tavırlarının da vahyî anlayışla benzerliği hemen hemen hiç yoktur. Bu da onların tahrif edilmiş kitaplarından ve dolayısıyla bâtıl inançlarından kaynaklanan bir durumdur.

Mandi; Sâbiîlerin Bir Nevî Tapınağı. Maşkna, şkinta ve Bimandia olarak da adlandırılan Sâbiî inancının mâbet olarak tanımlanabilecek klübesine mandi denir. Yönü kuzeye, Kutup yıldızına doğru, penceresiz ve süssüz, tezyinatsız basık bir yapıdan ibaret olan ve güney tarafında bulunan avlu içerisinde akarsudan çekilen arklarla bir vaftiz havuzuna sahip olan Mandi, içerisinde ibadet edilen bir tapınak olmaktan ziyade, ilâhî âlemi temsil eden bir yapı hüviyetindedir. Râhiplerin dışında sıradan cemaatin Mandi’ye girmesi yasaktır; râhipler ise ancak yıllık Mandi’yi takdis ve vaftiz etme törenlerinde buraya girebilirler.

Suya Daldırma (Vaftiz) Töreni: Sâbiîlerdeki suya daldırma töreninde suya daldırılan şey, mukaddeslik özelliğini kazanır. Yiyecekler suya daldırıldıktan sonra helâl, çocuklar suya daldırılınca temiz, günahkârlar daldırılınca mağfiret kazanmış olurlar. Sâbiîlerde suya daldırma (vaftiz) dört durumda olmaktadır ki bunları şu şekilde sayabiliriz: Doğum vaftizi, evlenme vaftizi, cünup vaftizi ve cemaatle yapılan vaftiz. Sâbiîler bu âdetlerini büyük bir ihtimalle hıristiyanlardan almışlardır. Bilindiği gibi hıristiyanlıkta da vaftiz olduğu, çocukların kilisede kutsal suya daldırıldığı söz konusudur. (14)

Haram Kabul Ettikleri Yiyecekler: Bunların önemli bir kısmı, köpük olur korkusuyla balığı, sürekli hummalıdır diye civcivi, baş ağrısına yol açar, kanı kaynatır, ya da âlemin temel dayanağı olan menîyi yakar diye sarmısağı, zihni kalınlaştırıp bozar diye ve ilk defa insan kafatasında yeşerdiği için baklagilleri kendilerine haram etmişlerdir.



Bir Dinin Başına Gelenler; Sâbiîliğin Geçirdiği Evreler

Tarihleri: Tarihi itibariyle sâbiîlik çok eski bir dindir. İlk defa Harran (Urfa ve çevresi) topraklarında görülmüşlerdir. Sâbiîlerin varlıkları Hz. İbrahim zamanına kadar gider. Zaten Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in gök cisimlerine ve putlara tapınan kavmi ile yaptığı mücadeleden bahsedilmektedir (37/Saffât, 85-98).

Sâbiîler, ilk önceleri kendi şeriatlarını yaşarken daha sonraları sapıtmışlar ve Yüce Allah ile kendi aralarına aracı tanrılar olarak güneş, ay ve diğer gezegenleri ve onların sûretleri saydıkları putları kabul edip onlara tapmak suretiyle şirke ve putperestliğe dalmışlardır. İbrahim (a.s.) de onların bu davranışlarına şiddetle karşı çıkmıştır. Buradan da anlıyoruz ki, sâbiîler çok eski devirlerde bile çoğunlukla tevhid çizgisinin dışında kalmışlardır. Eğer böyle olmasaydılar Hz. İbrahim kendileri ile mücadele etmezdi.

Tarih boyunca sâbiîleri, bazı önemli görevleri üstlenmiş olarak da görmekteyiz. Meselâ onlar bazı krallıkların kurucuları olmuşlardır. Bunların arasında özellikle Bizans döneminde hüküm süren birçok sâbiî kralı sayabiliriz. Ancak sâbiîler bu durumlarını çoğu zaman muhafaza edememişlerdir. Hatta sürgün hayatı da yaşamışlar ve bundan dolayı da benliklerinden pek çok şey kaybetmişler; sürgün edildikleri Bâbil’de bu yerdeki mecûsi ve yahûdilerle karşılaşmış ve onların âdetlerinden ve dinî yaşantılarından büyük oranda etkilenmiş ve onlarla kaynaşmışlardır.

Tarihî geçmişleri tam olarak bilinmeyen bu insanların Hz. Peygamber veya O’nun dört halifesi ile herhangi bir münasebetleri olduğuna işaret eden bir bilgi yoktur. Ancak, daha sonraki devirlerde halife Me’mun’un milâdî 830 yılında Diyarbakır bölgesinde kendilerinin sâbiîler olduklarını söyleyen bir grup insanla karşılaştığı rivâyet edilmektedir. (15)

Sâbiîliğin Tarihî Süreç İçerisinde Bozulması: Sâbiîlik, bir taraftan zamanın geçmesiyle ve diğer taraftan da siyasî ve felsefî etkilerle birçok değişiklik ve tahrifata uğrayarak bâtınî bir şekle bürünmüştür. Bu arada sâbiîliğin bozulmasında bu dinin bağlılarının cahil kalmalarının da rolü büyüktür.

Sâbiîler ilk önce Yüce Allah’ın varlığı hakkında cahil kaldıklarından, yıldızları ilâh kabul ettiler. Ayrıca kuvvet ve gücün bu yıldızlardan putlara ve bazı ağaçlara sirâyet ettiğine, peygamberlere de vahyin bu putlardan ve ağaçlardan geçtiğine inandılar. Daha sonra ise bu putların ve ağaçların gerçek tanrı olmayıp, gerçek tanrıların melekler olduğuna inandılar.

Görüldüğü gibi sâbiîler, materyalist bir tutum sergileyerek mâneviyatlarını tersyüz etmişler ve böylece dinlerindeki tevhid gerçeğinden sapmışlardır.



Sâbiî Dininin Geçirdiği Devreler; Birinci dönem: İlâhî kaynaklı bir din olması dolayısıyla sâbiîlik başlangıçta tevhid’e dayanıyordu. Sâbiîler, Hz. Âdem, Nuh, İdris, Şit ve Yahyâ gibi zatları peygamber kabul etmektedirler. Yine onlar, Hz. Âdem’e indirildiğine inandıkları bir kitaba sahip olduklarını da iddia etmektedirler. Bu ilk dönemin sonlarında sâbiîler tabiata tapmağa başladılar. Tapındıkları şeyler, gök cisimleri, özellikle de gezegenler, burçlar ve yıldızlardı. Yani, kendi kabullerine göre kâinata hâkim olan kuvvetlere tapıyorlardı. Onlar yedi gezegene ve özellikle de kutup yıldızına çok büyük önem veriyorlardı. İbadet ederken kıble olarak kutup yıldızına doğru dönüyorlardı.

İkinci dönem: Uzun bir dönemin geçmesinden sonra sâbiîler heykeller yapmaya başladılar ve bu heykellere de yıldızların isimlerini verdiler. Bunların başında yedi gezegenin adının verildiği heykeller gelmektedir. Sâbiîlerin böyle bir yol takip etmelerinde bazı bilginlerinin rolü vardır. Çünkü onların bilginleri kendilerine şöyle diyorlardı: "Yıldızlar Allah’a en yakın cisimlerdir. Bunlar konuşurlar ve dünyada olup biten her şeyi, Allah’ın emriyle yerine getirirler.” İşte böyle sapık fikirlerle hareket eden sâbiîler, işi daha ileriye götürerek, yıldızlardan menfaat gözetip onlar için kurbanlar kesmişlerdir. Diğer taraftan da onlar, gündüzleri yıldızlar görünmediklerinden dolayı, gündüzleri onların adına yaptıkları heykellere, geceleri de bu yıldızların kendilerine tapındılar. Bu hareketlerinde de görüldüğü gibi sâbiîler, câhiliyye devrindeki putperest Arapların âdeta örnekleri ve gök cisimlerine tapmanın mûcidi olmuşlardı.

Üçüncü dönem: Bu devirde sâbiîlik kitaplara geçmeğe ve istikrar bulmağa başlamıştır. Ayrıca bu devirde sâbiîliğin felsefî ve analiz yönü ön plana çıkmıştır. İnanç sistemi tahlil edilmiştir, ruhbanlar ve kâhinler yine bu devirde öğretim işini ele almışlardır. Bu devirde felsefe dini etkilemekle kalmayıp kendisi de dinden çokça etkilenmiştir. Sâbiî inancının en çok etkilendiği felsefe, Yunan felsefesi olmuştur. Hz. İbrahim de bu dönemde gönderilmiştir. Bu devirde üzerinde durulan ana konu; şekillerin tesiriyle yıldızların kabiliyet ve güçlerinin dünyayı etkilemesiydi.

Hz. İsa’nın gönderilmesinden biraz önce ve biraz sonra ortaya çıkan olaylar, başka inançlarda olduğu gibi, sâbiîlikte de etkiler yapmıştı. Bir din yenileyicisinin (müceddid’inin) ortaya çıkacağı fikri her yerde olduğu gibi sâbiîlikte de bir inanç konusuydu. Sâbiîler de bu dönemde Yuhanna Ma’medan’ı, beklenen müceddid olarak tâzim ettiler. Hatta bugün bile sâbiîler ona müceddid bir peygamber gibi inanmaktadırlar. (Yuhanna Ma’medan’ı, kaynaklar vaftizci Yahya adı ile bilinen Hz. Yahya olarak tarif etmektedirler.)

İşte bu kadar farklı bir görünüme bürünen sâbiîlik, çeşitli fikirleri ve etkilenmeleri de bünyesinde taşımıştı. Çeşitli devirlere göre bu derece farklılıklar arzeden sâbiîlik, insanların inançlarında ve uygulamalarında da farklı bir şekle girmiş ve böylece çeşitli fırkaların doğması kaçınılmaz olmuştur.



Sâbiî Fırkaları

Tevhid çizgisinden ayrılan insanların çeşitli gruplara ayrıldıkları bir gerçektir. Sâbiîler de başlıca dört fırkaya ayrılmışlardır. Bunları şöylece özetleyebiliriz:

a- Ruhlara Tapanlar: Bu grupta olanlara göre, bu âlemin alçak şeylerden münezzeh, her şeye hâkim olan mukaddes bir yaratıcısı vardır. O yaratıcıya ise bu âlemdeki bazı vasıtalar ile yaklaşılır ki, bunlar da ruhanî varlıklardır. Ruhanîler dünyaya yıldızlarla hükmederler. Sâbiîlerin bu grubu, yıldız ve gezegenlerin, söz konusu bu ruhanîlerin heykelleri olduklarına inanırlar ve onları tâzim ederler. Yine onlara göre Allah’a yaklaşmak için yıldızlar birer vâsıtadır.

Ruhlara tapan sâbiîlerin bu grubu, tıpkı müşrik Araplar gibi Cenâb-ı Hak ile aralarına bazı aracılar koymaktadırlar ki, bu halleriyle onların durumları ile müşrikler arasında fark yoktur.

b- Heykellere Tapanlar: Bu gruba dahil olanlara göre, eğer bir insan gerçek yaratıcısına ibadet etmek istiyorsa bir aracıya ihtiyacı var demektir. Bu aracının da görünen bir şey olması gerekir. Ancak ruhanîler böyle değildir. İşte bu görüşten yola çıkan sâbiîlerin bu grubu yedi gezegeni temsil eden heykeller yaptılar; daha sonra da onlara tapınmağa başladılar. Böylece putperest bir yolu takip ettiler.

c- Şahıslara Tapanlar: Bu gruba dahil olanların görüşleri şudur: Yıldızlar her ne kadar görünen varlıklar olsalar da bazı vakitlerde görünüp bazı vakitlerde görünmezler. O halde bu yıldızlar için putlar yapmak gerekir. Böylece putlara tapan bu insanlar, heykellere tapanlardan farklı olarak asıl ibâdeti heykellerin ötesinde Allah’a yaptıklarını söylemektedirler. Yani bu heykelleri Allah ile aralarında bir aracı kabul ederek müşrikçe bir yol takip etmektedirler.

d- Hulûliye: İbn Batuta (703-771) ve diğer bazı tarihçiler bu gruba girenleri “Harranîler” olarak tanımlarlar. Bunların inançlarına göre dünyayı ve içindeki yıldız ve gezegenleri yaratan Allah’tır. Ancak, Allah yaratmış olduğu basit şeylere bürünür. Böylece Harranîler de yıldızları tâzim ederek ve onlara ibadet ederek putperest bir yol takip etmektedirler.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, sâbiîlerin tarih boyunca dinlerinde geçirdikleri değişim devrelerini şöylece özetleyebiliriz: Başlangıçta Allah tarafından gönderilen dinden inhiraf etmeleri, ruhanî varlıklara ibadet etmeleri, yıldızları tâzim etmeleri ve onlara ibadet etmeleri, nihayet bu yıldızları temsilen yeryüzünde yaptıkları putlara tapmaları. Aslında sâbiîlerin, Hz. İbrahim’in yolunu seçmeyerek kendisine muhâlefet, hatta düşmanlık etmeleriyle, sapık bir yolda oldukları belirgin bir hal almıştı. Bu olaydan sonra onların iddiaları ne olursa olsun, sahip oldukları inançları tevhid’in temsilcisi olan Hz. İbrahim tarafından reddedilmiştir.

İnsanların, inançlarını ve hayatlarını yönlendirecek vahiyden uzak düştüklerinde, inançlarının ne denli bozulmaya uğradığını, insanların nasıl gruplara bölündüğünü, dinlerinin asılları konusunda bile nasıl kargaşalar yaşandığını görmek için, sâbiîler konusu önemli bir örnektir. Neye, niçin, nasıl inanılması ve ne şekilde ibâdet edilmesi gerektiğini düşünmeyen ve atalarından miras aldıkları geleneksel dinlerini oyuncak edinen insanlar için, sâbiîlik benzeri bir durum kaçınılmazdır.



Bugünkü Sâbiîler

Sâbiîler hakkında açıklamalardan anlaşıldığı gibi, aslen ilâhî kaynaklı bir din olan sâbiîlikten günümüze bir şey kalmamıştır. Genel olarak bu gün, dünyada mevcut olan sâbiîler iki gruba ayrılırlar. Bunlar, Mandeenler (Betâyih Sâbiîleri) ve Harranîler (Harran Sâbiîleridir. Müslüman yazar, araştırıcı ve müctehidlerinin sâbiîlerle ilgili iki ayrı yaklaşımı, kendilerine sâbiî denilen birbirinden çok farklı iki ayrı sâbiî grup olmasından kaynaklanmaktadır.

a- Harran Sâbiîleri: Mandeenler, çok yönüyle tahrif edilmiş de olsa, ilâhî kaynaklı bir dinin bazı özelliklerini gösterirken; Harran sâbiîleri putperest bir çizgidedir. Bu gerçek de, sâbiîlerin zamanla, çeşitli felsefî ve fikrî akımların etkisinde kaldıklarını ve bu yüzden akîdelerinde değişikliklerin olduğunu göstermektedir. Ancak, Haranî sâbiîlerin bir grubunun, beraber yaşadıkları müslümanların kültürlerinden etkilenerek tek Allah inancını benimsedikleri görülmektedir. Bununla birlikte onların yüzyıllarca Helenistik kültürün içinde yaşadıkları unutulmamalıdır.

Harran sâbiîlerinin yaptıkları ibadetler hakkında da bizlere ulaşan şudur: Her gün üç vakit namaz kılarlar; ekserisi horoz kurban ederler, kurbanlarını yemeyip yakarlar, sünnet olmazlar. Görüldüğü gibi bu gruba dahil olan sâbiîlerin dinî inanç ve yaşantılarının tevhidî bir yaşantı ile ilgisi yoktur. Kıldıkları namazları ise tamamen kendilerine özgü bir tarzdadır. Bütün bu sebeplerden dolayı, sâbiîlik ve özellikle Harran sâbiîliği hanifliğin zıddı olarak gösterilir. Harran sâbiîlerini ehl-i kitap saymak mümkün değildir. Onlar, sahip oldukları özellikler sebebiyle daha çok putperest bir kavimdir.

b- Mandeenler (Betâyih Sâbiîleri): Betâyih sâbiîleri, güney Irak’ta giyim kuşam ve yaşayış şekilleriyle diğer insanlardan ayrılan bir grupturlar. Eski sâbiî ibadet ve geleneklerinin büyük bir kısmı bunlarda da vardır. Tabiatıyla bu ibâdetlerin başında yıldız ve gezegenlere tapınmak gelmektedir. Bu gruba giren sâbiîler, bulundukları bölgeye nisbet edilerek Betâyih sâbiîleri olarak isimlendirilmişlerdir.

Betâyih sâbiîleri, Harran sâbiîlerinden ayrıdırlar. Aralarında sadece isim benzerliği vardır. İtikadî bakımdan aralarından hiçbir benzerlik yoktur. Bunların ibadetleri de, bozulmuş sâbiî geleneğine göre şekillenmiştir. Meselâ namazları kesinlikle müslümanların namazlarına benzemez. Onların namazları hafif bir sesle okunan Mandeenî zikrinden ibarettir. Namaz kılan kişi, cedi burcuna yönelir ve çeşitli dualar okur.

Mandeen sâbiîlerinin yahûdi veya hıristiyan mezheplerinden birinden oldukları da ileri sürülmüştür. Onların isimlerinin de yahûdi isimleriyle aynı olması bir yönden bu iddiayı doğrular. Ama, yahûdi ve hıristiyan mezheplerinin hepsinin kendine ait isimleri vardır. Bu dinlerin bu adla mezhepleri yoktur.

Kitap ehlinden sayılabilecek sâbiîler, Mandeen sâbiîleridir. İnançları her ne kadar yanlış olsa bile, neticede onların Allah’a olan bir yönelişleri vardır. Mevcut sâbiî fırkaları arasında aşırılıkları en az olan grup bunlardır. “Yahûdilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edenler için...” (2/Bakara, 62) âyetini ele alınca, Kur’ân-ı Kerim gönderildiği zaman, bu dinin mensuplarının dünyada mevcut olduklarını anlamış oluruz. Çünkü Kur’an, hayatta olanları imana davet eder. Kur’an’ın muhâtap aldığı ve kitap ehlinden sayılma ihtimali olan sâbiîler Mandeenler (Betâyih sâbiîleri)dir. (16)

Din ve mezhep tarihçileri sâbiîleri incelerken onları ilk ve son sâbiîler olarak ele almaktadırlar. Sonraki sâbiîler, Yunan, yahûdi, İran, Roma ve İslâm tesiri altında kalmış olan Mezopotamya kavimlerinden oluşur. Batılı araştırmacılar da, Kur’ân-ı Kerim’de geçen sâbiîlerin Hz. Yahya’ya tâbi olan Mandeenler olduklarını ileri sürmektedirler.

Dinler tarihi kaynaklarından ve son dönemlerde yapılan çalışmalardan öğrendiğimiz kadarıyla, günümüzde Irak ve Hindistan’da toplam 350 bin civarında bulunan bu din sahiplerinin inançları, diğer ehl-i kitap sayılanlardan daha kötü durumda değildir. Dinleri bozulmuş da olsa, nikâh, peygamber, âhiret ve kitap konularında inançlarının olduğu bilinir. Kaynaklarda müslümanlara karşı yaptıkları olumsuz hallerine rastlanmaz. Belki de buna, sayılarının azlığı sebep olmaktadır. Birtakım iyi hasletlere sahip oldukları için, müşriklerden farklı kabul edilirler. (17)

Bazı araştırıcılar şu iddiayı ileri sürerler: Harranîler, gerçek Sâbiîler değillerdir. Gerçek Sâbiîler, Babil esaretinin ardından Kuruş ve Artahuşust dönemlerinde Beytül Makdis’de ortaya çıkan oymaklardan gelirler. Bunlar mecûsîlik şeriatına eğilim göstermiş, Buhtunnasr’ın dinine girmişlerdi. Böylece Şam Sâmirîleri gibi mecûsîlik ve yahûdilik karışımı bir mezhep geliştirmişlerdi. Bunların çoğunluğu Irak’ın güney bölgelerinde yaşarlar ve Enuş bin Şit soyundan geldiklerini söylerlerdi. Harranîlere muhâliftiler. Onların mezheplerini ayıplar ve çok az meselede onlarla uyuşurlardı. Sözgelimi, onlar namazlarında kuzey kutbuna dönerlerken; Harranîler güney kutbuna dönerlerdi.

Bütün bu izahlardan da anlaşılacağı gibi, Sâbiîliğin, Harranîliğin bazı özelliklerini taşımakla birlikte yahûdilik ve mecûsilik dinlerinin bir karışımı olduğu şeklindeki açıklama, âyetin içeriğine en uygun yorumdur. Çünkü dikkat edilirse âyette dinler değil; mensupları sıralanmıştır. (18)

Sâbiîler, yukarıda izah edildiği gibi bir olan Allah'a şirk koşmaksızın inanmamakta, bu konuda Allah'a ortaklar koşmakta ve yer yer putperestçe bir tavır takınmaktadırlar. Onların Allah inancı, tarihî süreç içerisinde bozulmuş ve çarpıtılmıştır. Ehl-i kitaba dâhil hıristiyanlar ve yahûdiler gibi sâbiîlerin de tevhidî bir inançtan yoksun olduğu kesin bir vâkıadır.

Bilindiği gibi, Hz. İbrahim de sâbiîlerin içinde yaşamış ve onların sahip oldukları inançları reddetmiştir. O, sâbiîlerin putlarını kırdığı için ateşe atılmış, ancak Allah Teâlâ, bir mûcize olarak Hz. İbrahim’i yakmamıştı. Böylesi çok önemli ve müthiş bir olay bile sâbiîleri etkilememiş, onlar bulundukları hal üzere yaşamaya devam etmişlerdi.

Bugün güney Irak’ta Dicle nehrinin kenarlarında kendilerine sâbiî denilen insanlar, gerek inançları ve gerekse dinî yaşantılarıyla, tevhid ehlinden sayılmaları mümkün olmayan bir zümredir.

Sâbiîlikle ilgili bu bilgiler, bir dinin bozulma sürecini göstermesi, tevhid unsurlarının tarih boyunca nasıl unutulduğu ve dinin hurâfeler yığını haline gelmesinin sebepleri yönüyle büyük ibretler barındırmaktadır. Tabiatı, doğa olaylarını ve özellikle insanın sırlarını çözemediği gök cisimlerini yeryüzünün hâkimi ve insanların davranışlarına yön veren bir güç kabul etmenin ulaştığı çizgi olarak görülmelidir sâbiîlik.

Dinlerin dejenerasyon sebebinin önemli bir kısmını, materyalizme eğilim, Allah’a maddeci bir tarzda yaklaşım teşkil etmektedir. Maddî varlıkların, önce aracı, sonra Allah’a yaklaştırıcı ve giderek kutsal kabul edildiğini, saygı için dikilen heykellerin de katkısıyla dinlerin asliyetlerini kaybettiklerini görüyoruz tarih sürecindeki sâbiî aynasında.

Burçların insan kaderine nasıl etki ettiği her gün gazetelerde uydurma burç fallarıyla anlatılmakta ve “yıldızınız diyor ki...” diye başlayan safsatalar her gün insanımızın inancını etkilemektedir. Örnekleri bolca görülen konuyla ilgili putlar ve putlaştırmalar, günümüzde de nice insanın inancını şirke dönüştürmektedir. (Geniş bilgi için bkz. 31. kavram “Arz ve Semâ” kavramı, Günümüz ve Modern Müneccimlik bölümü). Elmalılı merhum da aynı görüştedir: “Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma, bunlardan (sâbiîlerden) kalmadır.” (19) Radikal bir toplumsal dönüşümle tevhid, hayat görüşü olarak tekrar insanımızı kuşatmadığı müddetçe, inançların ne oranda dejenere olacağı bugünkü gidişattan tahmin edilebilir. Bundan bir asır, iki asır sonra bu tevhidden sapma çizgisinin topraklarımızdaki durumu, sâbiî örneğine benzeyip benzemeyeceği düşünülmelidir. “Ben de müslümanım!” diyen insanlar, kendi kitaplarını hayatlarına geçirme mücadelesi yapmadıkları müddetçe, içinde bulundukları geminin, diğer yolcularla birlikte kendilerini nereye doğru götürdüğünü görmemeleri için kör, düşünmemeleri için deli olmaları gerekmektedir.



Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1/314

S. Buhâri Tecrid-i Sarih Terc. 9/241

İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/139

Seyyid Kutub, Fî Zılâl, 1/157

İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 2/365

Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 3/56

İbnü’l Esîr, el-Kâmil fi’t-Târih, 1/67-68

Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e. 2/294-295

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 5/301-303

M. Hamdi Yazır, a.g.e. 2/296

Tabatabâî, El-Mîzan, 1/273

İmam Kurtubî, a.g.e. 2/139

Elmalılı, a.g.e. 2/307

M. Fatih Kesler, Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdiler ve Hıristiyanlar, s.240-242

A.g.e. s. 49-51

A.g.e. s. 55-63

Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 128

Tabatabâî, a.g.e. s.275-276

Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e. 1/315









Kur’ân-ı Kerim’de Sâbiîlerle İlgili Âyet-i Kerimeler

Sâbiîlerden İman Edip Sâlih Amel İşleyenler İçin Âhirette Korku ve Üzüntü Yoktur: 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69.

Allah, Sâbiîler Hakkında Kıyâmet Günü Hükmünü Verecektir: 22/Hac, 17.







Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 314-315; c. 3, s. 293-309

Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 364-365

Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 53-58

Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 19

Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 156-157

El-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 139

El-Mîzan Fî Tefsîri’l Kur’an, Tabatabaî, Kevser Y. c. 1, s. 272-276

Hulâsatü’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 143

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 5, s. 301-303

Kur'an-ı Kerim'de Yahudiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet Vakfı Y. s. 46-63; 237-244

Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D.İ.B. Y. s.165-166

Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları, s. 128

İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. S. 402

Din ve İnanç Sözlüğü, Şinasi Gündüz, Vadi Y. s. 326-327

İnanç Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi Y. s. 548

Kur’ân-ı Kerim ve Sâbiîler, A.Ü.İ.F. Dergisi, cilt 10.

Leia Mais